Hangi iman?
İman, inanmakla birlikte güvenmeyi de içerir. Bu, açıklamaya muhtaç bir iddia değil. İnanç ontolojik bir tavır alışken, güven doğrudan hayatla kurulan ilişkiye dairdir. İman neye inandığımızdan çok, neye dayanarak yaşadığımızla kendini ele verir. Bu yüzden iman, yalnızca zihinsel bir kabul değil, insanın hayat karşısında aldığı pozisyondur.
İslami pratiklerin arkasındaki asıl itici güç bu güven duygusudur ve bu güven imanı doğrudan praksis alanına taşır. İman burada soyut bir tasdik olarak kalmaz; hayatın içine girer, bedene, zamana ve riske temas eder. Yapılan iyilikler ve göze alınan bedeller, ancak geleceğe ve hesaba dair bir emniyet hissiyle anlam kazanır. Aksi hâlde iyilik, insanın kendini rahatlatma biçimine dönüşür. Yetimin başını okşarken ya da adaletsizlik karşısında konuşurken insanı harekete geçiren şey, yaptığı şeyin boşa gitmeyeceğine dair güvendir. Bu güven, imanı teorik bir inanç alanından çıkarır ve onu praksise yerleştirir. İman burada sonucu garanti edilmiş bir başarıyı değil, bedeli olan doğruyu seçmeye çağırır. Bu yüzden iman içe kapanan bir sükûnet değil, risk alan ve sorumluluk üstlenen bir cesaret üretir.
İbrahim ile İsmail kıssası bu yüzden yalnızca bir itaat anlatısı değildir. Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’de ısrarla vurguladığı gibi burada söz konusu olan, emre boyun eğmekten çok insanı bütün alışıldık ahlaki ve rasyonel dayanaklarından koparan bir iman hâlidir. İsmail’in boğazında bıçağın soğukluğunu hissederken “emrolunduğunu yap” demesi, Allah’ın varlığına, vahyin doğruluğuna ve adaletli bir hesaba duyulan güvenin açık ifadesidir. Bu an, Kierkegaard’ın ifadesiyle, insanın genel geçer ahlaki düzenin dışına düşerek Tanrı ile baş başa kaldığı o tekil andır.
Kierkegaard’ın iman anlayışı tam da bu noktayı açar. Ona göre iman, kaygının ortadan kalkması değildir. Tam tersine iman, insanı güvenli açıklamalardan ve hazır dayanaklardan mahrum bırakarak sorumluluğun ortasına yerleştirir. İbrahim’in büyüklüğü Tanrı’ya inanmasından çok, bu inancın onu bütün dünyevi güvencelerden mahrum bırakmasındadır. İman burada koruyucu bir zırh olmaktan çıkar, insanı açıkta bırakan bir çağrı hâline gelir.
Bugün yaşanan sorun tam olarak bu noktada belirginleşir. Bugünün Türkiye Müslümanlığında iman vardır fakat güven üretmez. Güven üretmeyen iman cesaret doğurmaz, iktidarla uyumlu kalmayı erdem sayan bir korku üretir. Bu korku açıkça savunulmaz; ölçülülük, denge, aklıselim ve “şartlar” gibi kelimelerin arkasına saklanılır. Asıl kaygı adalet değildir, asıl kaygı yer kaybetmemektir. Makam, itibar, ilişki ağı ve korunma hâli belirleyici olur.
Bu yüzden bu türden bir iman haksızlık karşısında susar, iktidarın diliyle konuşur ve son derece rahattır. Güçten yana durmak basiret sayılır. Ortaya çıkan dindarlık itiraz etmez, çünkü itiraz risklidir. Bedel de ödemez. Adalet talep etmez, çünkü adalet düzeni bozabilir. Sonunda her şeye dair sözü olan ama hiçbir şeye dair sorumluluk almayan bir profil ortaya çıkar.
Bu artık basit bir korkaklık değil, bilinçli bir ahlaki geri çekilmedir. İman haksızlığa karşı durmak için değil, haksızlıkla birlikte yaşamak için kullanılır. Böyle bir dindarlık anlayışıyla vicdan olmaz. Olunsa olunsa zalimlerin sessiz ortağı olunur. Oysa bu hâl, ihtiyatlı bir bilgelikten çok, yönünü kaybetmiş bir dindarlığın işaretidir. Adaletsizliğin karşısında durmayı değil, ona temas etmeden yaşamayı öğrenmiş bir iman biçimiyle karşı karşıyayız.
Bu yön kaybı cehaletle açıklanamaz. Bilgi çağında yaşıyoruz. Haksızlığın nasıl işlediği biliniyor, zulmün hangi mekanizmalarla sıradanlaştığı görülüyor. Buna rağmen bilmek sorumluluk üretmiyor, tanıklık harekete dönüşmüyor. Görüyoruz ki bilgi imanla birleşmediğinde cesaret üretmiyor. Aynı şekilde iman da bilgiyle buluşmadığında hayata yön veremiyor. Geriye korkuyla yönetilen bir dindarlık kalıyor.
Burada mesele samimiyet eksikliği de değildir. Sorun, imanın hayatı düzenleyen bir ilke olmaktan çıkarılıp, hayatı rahatsız etmeyen bir konfora dönüştürülmesidir. İman artık doğruyu ayakta tutan bir gerilim üretmez; tam tersine, yanlışla birlikte yaşamayı mümkün kılan bir uyum aracına indirgenir. Bu yüzden suskunluk bir arıza değil, sistemin doğal sonucu hâline gelir.
Oysa iman, insanı korumak için değil, insanı sorumluluk almaya çağırmak için vardır. Güven, saklanmayı değil bedel ödemeyi göze almayı mümkün kılar. Kierkegaard’ın İbrahim’i ile bugünün suskun, korunaklı dindarlığı arasındaki mesafe tam da buradadır. Biri korkuya rağmen adım atar, diğeri huzurunu bozmamak için geri çekilir.
İnsanların kendine sorması gereken soru basit değil, yakıcıdır. Bu köşede yazabildiğim sürece de o soruyu kaçınılmaz kılacağım. İman, insanı rahat ettirmek için mi vardır, yoksa onu huzursuz ederek yerini belli etmeye zorlamak için mi? Bu soru cevaplanmadıkça, haksızlıklar karşısındaki suskunluğun adı her seferinde değişir ama mahiyeti değişmez. O suskunluk artık masum değildir. Çünkü iman rahatsız etmiyorsa, insanı risk almaya mecbur bırakmıyorsa, yanlışın karşısında bedel ödemeyi göze aldırmıyorsa, orada bir inanç değil, korkunun dindar kılığı vardır. Ve o korku, eninde sonunda sahibini de içine çeker.
