Hasan Bitmez, Kierkegaard ve onurlu ölüm

Søren Kierkegaard’a göre kişinin derinliği, olgunluğu ve yaşamının mahiyeti o kişinin ölüme karşı tutumu tarafından yansıtılır. Kendisinin ölüm hakkındaki tefekkürleri oldukça nettir.

Kişi hayatındaki olayların kendisinde yarattığı ruh halini hatırlamayı öğrenerek benliğin parçalanmasından kaçabileceğine inanırken, Kierkegaard bireyi kurtaran ve onun yaşamını temellendiren şeyin “Allah’ın anılması” olduğuna inanır.

“Dünyada Tanrısız olan kişi çok geçmeden kendisinden sıkılır ve bunun getirisi olarak tüm yaşamdan sıkılır. Bunu da kibirli bir şekilde yaşamına yansıtır. Fakat Tanrı ile paydaşlık içinde olan kişi gerçekten de varlığı ona sonsuz anlam veren bir ruhla birlikte yaşar. En önemsiz detay dahi onun için anlamlıdır artık.

Kişinin tüm hayatına anlamını veren, Tanrı’yı ömür boyu hatırlaması ya da en azından Tanrı’yı her zaman daha iyi hatırlama çabasıdır. Hayatı boyunca tek bir fikrin peşinde koşan bir kişinin belki hatırlayacak daha çok şeyi vardır; ama onun hatası, insanın hatırlaması gereken şeyi yanlış anlamasıdır. Ve insanın Allah’ı hakkıyla hatırlamasını sağlayacak olan şey, öncelikle ölümün gerçekliğini hatırlamak, ölümü henüz yokken derinlemesine düşünmektir.”

Bu hafta Kierkegaard’ın “ölüm bir hatırlatma değil, unutmamadır.” sözünden de ilhamla bir ölüm tefekkürü yazmayı düşündüm. Ölümü, gururla ve yaşadığı gibi ölen birisi nasıl hatırlamalıyız sorusu üzerine kafa yormak istedim.

Hasan Bitmez Meclis kürsüsünden on binlerce ölen çocuğun ve Müslümanın hakkını arıyorken, bir yudum suya, bir parça ekmeğe muhtaç halde vefat ediyorken ertesi gün bahçede mangal yapacak zevkperest vekillere “ticaretin neden durdurulmadığını” soruyordu.

Konuşma esnasında canıyla cedelleştiği, zorlandığı, yaşam savaşı verdiği de çok belliydi. Enteresan olanı son ana kadar doğruyu söylemekteki ısrarıydı. İtiraf etmeliyiz ki böylesi vakur bir ölümle uzun bir zamandır karşılaşmamıştık. Tüm doğruları faş eden, tüm sahtelikleri tıpkı sabah güneşinin dağları aydınlatması gibi aydınlatan bir vefat oldu bu ölüm. Tıpkı Kierkegaard’ın “ayrıcalıklı, farkındalıklı ölüm” dediği ölüm gibi ya da onurlu insanın kendi ölümünü seçebileceği düşüncesindeki gibi bir vefat oldu bu ölüm…

Bu vefatın üzerinden elbette payımıza düşen kısımlar var. Konu merhum Hasan Bitmez’in sadece duymak istediklerimizi söylemesi, hakikati çekincesiz dile getirmesi kadar primitif değildi. Konu insanın hakikati söylerken ölebileceği gibi hakikati duymak istemiyorken ve hakikat işine gelmiyorken takınabileceği aşağılık bir duruş da olabilirdi.

Öyle ki bu duruş, kulaklarını elleriyle kapatarak “lallalaala” diyen o küçük anaokulu bebesi kadar saf, ölmek üzere olan bir insana işaret parmağını göstererek bağırırken, sanki tüm sefaleti ve içler acısı gerçekleri örteceğini düşünerek bağırması kadar zavallıcaydı. Fakat yüce Allah şöyle buyuruyordu:

“Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulur; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun. Onlara bir iyilik geldi mi bu derler, Allah’tan. Bir kötülük geldi mi, bu derler, senden. De ki: Hepsi Allah’tan. Ne oldu bu kavme ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyor.” 4-78

Ardından tabii ki bir ibret alınmasını beklemiyoruz ki alan da yok zaten. Gemiler kalkar yüreklerinden hala ve devamla, gizlice, durmaksızın... Onların işleri artık Allah’a kalmıştır artık ve Allah hesap görenlerin en hayırlısıdır.

Biz kendi alacağımız derslere odaklanacağız. Korkup titreyeceğiz.

Artık bilmeliyiz ki “ölüm” üzerine düşünmek salt ölenin arkasından ağlamak, arkasından ayetler okumak, kederli şarkılarla hüzünlenmek ve anılar üzerinde yoğunlaşmak değildir.

Bir cenazede ölüm ve sonluluk düşüncesini ciddiye almak ve bu düşünce tarafından inşa edilmek apayrı bir boyuttur. Ve ölenin ardından girilecek boyut burasıdır.

“Biliniz ki, kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size çatacaktır. Sonra akıl ve duyularla idrak edilemeyeni de edileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz, O da size yapıp etmiş olduklarınızı bildirecektir.” 62-8

Kur’an düşünmeye davettir: İnsanın ansızın yaradılışı gibi ansızın da ölebileceği gerçeğiyle yüzleşmesidir. Zira kul ancak kendi ölümünün ne anlama geleceğini tam bir açıklıkla düşündüğünde Allah’a karşı, yaşama karşı, sahteliklere karşı, haksızlıklara karşı ciddileşebilir ve ciddi bir tavır edinebilir.
Kul, kişinin ölümle birlikte yaşamdan kesilmiş olan tüm bağlılıklarının nihai yararsızlığını ve onun rabbiyle baş başa oluşunu görmeye başlayabilir aynı zamanda hâlâ zaman varken, yaşıyorken “gerekli olan tek şeyi” aramasının ne kadar elzem olduğunu görmeye de başlayabilir.

Kul kendi ölüm fikrini, öleceği düşüncesini kişisel olarak önce kendisine mal etmelidir; az öne kabre koyduğu ve büyük ilhamla vefat eden, o hakkı haykırırken vefat eden arkadaşından belki ölümü öğrenemez ancak yaşamda onun gibi korkusuz bir tavır takınarak kendisini takdir edebilir.

Ölümü salt başkalarının başına gelen bir felaket olarak gören insanoğluna sonsuzluk ve ahiret fikri elbet bir şaka gibi gelir. Kötülükte ısrara devam ederler. Duymak istemedikleriyle karşılaştığında tıpkı bir çobanın sürüsünü gütmesi gibi tebaasını gerçeklerin konuşulduğu yerden itelemek isterler. Boykotun yalnız olanı makbul değildir: bilirler.

Bunlara artık böyle bir ölümün dahi ibret olmadığını ibretle gördüğümüz şu günlerde hem ölümü düşünmek hem Allah’ı düşünmek hem doğrunun yanından ayrılmamak hem de korkusuz olmak insanın boynunun borcu.

Başka alemlerden farkı kalmayanlardan olmamanın duasıyla...

YORUMLAR (18)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
18 Yorum