Huzursuz evin mutsuz çocukları
Genellikle kültür ve sanat üzerine yazarım. İlgim de eğitimim de bu yönde şekillendi. Ancak öyle bir politik iklimin içindeyiz ki gündemden kopmak, düşünmemek, kendini akışa bırakmak neredeyse imkânsız. Hayat, sürekli bir siyasal gürültüyle çınlıyor. Bir köşeye çekilip kendi işine bakmak bile artık politik bir tavır olarak okunuyor.
Her şeyin bir taraf meselesine dönüştüğü bu çağda, hakikatin ve vicdanın yanında durmak bir cesaret eyleminden çok, bir yalnızlık biçimi artık. Türkiye’nin bugünkü siyasal panoraması sadece bir kutuplaşma hâli değil, toplumun köşelere sıkıştırıldığı, arada kalmanın mümkün kılınmadığı bir daralma hali. Adeta mengeneyle ziplenmiş bir sosyal formdayız.
Uzun çalışmalar sonunda toplum iki kutba ayrıldı. Emeği geçenlerin günahı boynuna. Ancak asıl arada kalanların bir hakkı var. Hatta belki en çok onların hakkı var. Çünkü bu ülkede yalnızca iktidarın sesini yükseltenler ya da muhalefetin pankartlarını taşıyanlar yaşamıyor. Gerçek kalabalık ne tamamen bu çatışmanın içinde ne de dışında kalabilmiş, sesini duyuramayan, sürekli gürültüye maruz kalan, görünmezleştirilmiş bir toplumsal kesim.
Bu insanlar, huzursuz evlerde büyüyen çocuklar gibi. Sürekli bir tedirginlik içinde, her an bir şeyin patlayabileceğini bilerek yaşıyorlar. Hangi sözün başlarını belaya sokacağını, hangi kararın hayatlarını altüst edeceğini kestiremeden… Bu ülkede siyaset artık huzursuzluk üretme biçimine dönüştü. Adına “demokrasi” denilen şey ise çoğu zaman bir yorgunluk rejimi.
Tarih boyunca kutuplaşmayla iktidar kuran her rejim, kendi sonunu da beraberinde getirmiştir. Çünkü gerilim büyüdükçe, toplumun bağ dokusu da zayıflıyor. Tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi: Saray çevresinde konumlanan yozlaşmış elitler ve “memleket elden gidiyor” korkusuna sıkışmış aydınlar… Arada kalan ise yine Anadolu’nun sessiz, çilekeş halkı... Ne batıcılıkla özdeşleşmiş reformistlerde buldular kendilerini, ne de mutlak itaati kutsayan gelenekçi iktidarda.
Bugün yaşadığımız şey de farklı kostümlerle oynanan aynı temsildir. Ayrıştır, kutuplaştır, yönet. Modern bir kavramla kaplanan eski bir hastalık. Ve bu hastalık ilerledikçe, sadece siyaset değil, toplumun ruhu da hasar alıyor.
Ama bu topraklar, bu sınavlardan daha önce de geçti. II. Abdülhamid döneminde, baskının en yoğunlaştığı anlarda bile düşünce damarları hiç olmadığı kadar derinleşti. Namık Kemal’in sürgünden yükselen sesi, Tevfik Fikret’in ‘ferdî hak ve hürriyet’ çığlığı ve Mehmet Akif’in ‘yüz karası değil, siyah’ diyerek mazluma sahip çıkan vakur itirazı hâlâ kulaklarımızda.
1940’larda, tek parti rejiminin kesif otoritesinde susturulan Tan gazetesi gibi örnekler gösterdi ki sesler bastırılabilir ama hafıza asla tümüyle silinemez. Bugün de benzer bir eşiğin kıyısındayız. Herkesin konuştuğu ama kimsenin birbirini duymadığı, hakikatin her kesimce yalnızca kendi yankı odasında inşa edildiği bir dönemdeyiz.
Böyle bir ortamda taraf olmak, çoğu zaman hakikati yitirmekle eş anlamlı. İktidar safında yer almak, eleştirisiz bir sadakat anlamına geliyor. Muhalefet tarafında olmak ise, çoğu zaman derinlikli analizlerden uzak, simgesel mücadelelerle sınırlı bir pozisyon sunuyor. İktidar dili, toplumsal düzlemde giderek bir psikolojik baskı iklimine dönüşürken, muhalefet bu savaşın en büyük mağduru olan halkı hâlâ konsolide edemiyor.
Ülkeye büyük bir umutsuzluk gölgesi çökmüş durumda. Herkesin içinde, bir şeylerin ters gideceği hissi var. Bir gece yarısı kararnamesiyle, bir sosyal medya paylaşımıyla, bir kelimeyle hayatı altüst olabilecek insanların korkusu. Bu artık bir direnç hali değil de sanki tedirginliğin ve sessizliğin rejimi. Haksızlığa uğramışlık üzerinden yükselen bir öfke değil, sessiz kalmayı bir hayatta kalma stratejisi olarak benimsemek. Hazin bir hal ve böyle olmamalıydı.
Ve işte en acıklısı da şu ki bu savaşın asıl kurbanı, siyaset değil, toplumsal bağın kendisi. Çünkü sürekli düşman yaratmak zorunda olan bir iktidar, bir yerden sonra gerçeklikten değil, korkudan, imgeden, kurgudan düşman üretmeye başlıyor. Hukukun işleyişi, bazı dönemlerde topluma güven vermekten çok, biçimsel bir ritüele indirgenmiş hissi uyandırabiliyor. Halk ise gerçeği değil, yalnızca gösteriyi izler.
Ama ben orada değilim.
Bu tiyatronun figüranı değilim. Ne bir lidere sadakatle bağlanacak kadar gözü kapalıyım, ne de her olguyu karşıtlıkla açıklamaya çalışan sığ bir muhalefet refleksi içindeyim. Ben sadece delilleri görmek isterim. Şeffaflık ve hesap verebilirlik talep ederim.
Siyaset, kimsenin gizli ajandası değil, halk adına, halkın gözü önünde ve halkın vicdanına hesap vererek yapılması gereken bir eylem. Oysa şimdilerde yönetim anlayışı, güven inşa etmektense zaman zaman korku ve denetim duygusuyla özdeşleşebiliyor. Ve tarihin gösterdiği gibi korkuyla yönetilen her rejim, eninde sonunda kendi korkusunun esiri oluyor.
Bu yüzden diyorum ki ben arada da değilim. Ama arada kalanların yüzünü, bakışını, sessizliğini biliyorum. Her sabah korkarak televizyonu açan, hangi kararın hayatını altüst edeceğini bilemeyen, hangi sözün başına dert açacağını tahmin edemeyen o sessiz çoğunluğun tarafındayım. Bu taraf ne sağ ne sol ne dinci ne seküler. Bu taraf, şeffaflığın, hesap verebilirliğin, müzakerenin, barışın ve hepsinden önemlisi vicdanın tarafı.
Artık birilerinin bunu açık açık söylemesi gerekiyor: Bu yapay karşıtlık, bu kesintisiz gerilim, bu yargısız infaz hâli kimseye fayda getirmiyor.
Bu ülke ne öfkeyle büyür ne sessizlikle. Ne savaşarak kalkınır ne susarak. Bu ülke ancak hakikatin yanında, yani adaletin gölgesinde yükselebilir. Ve hakikate yürüyebilmek için önce hepimizin o sıkışmış alandan çıkması gerekiyor.
Çünkü sıkıştığımız yerde çok yalnızız. Ve yalnızlık, bu coğrafyanın en eski hastalığı olabilir.
Bu anlamda sonuna kadar yazacağız. En azından “demiştim” diyebilmek için.
