İhtiyarlara yer yok
Yaşlılık, insanlık tarihinde yalnızca biyolojik bir eşik olarak düşünülmedi, vakitle kurulan ilişkinin değiştiği bir evre olarak anlam kazandı. Gücün yerini tecrübenin, hızın yerini ağırlığın, üretimin yerini muhasebenin aldığı bir zaman dilimi olarak kavrandı.
Antik metinlerde yaşlı, yolun sonuna yaklaşan kişi olarak görülmezdi. Yolun anlamını taşıyan tanık sayılırdı. Homeros’un destanlarında ihtiyarlar savaşın içinde yer almaz, hükmün yönünü belirlerdi. Silah tutmaz, söz taşırdı. Çünkü savaş gençlerin alanıydı, anlam kurma sorumluluğu yaşlılara aitti.
Musa anlatısı da yaş meselesini bu çerçevede ele alır. Kur’an’daki hikâye, çağrının zamanlaması üzerine düşünmeye davet eder. Musa’ya yönelen hitap, hayatın en kudretli döneminde gelmez. Saraydan düşmüş, sürgün yaşamış, Medyen’de çobanlıkla geçen uzun bir geri çekilmenin ardından belirir. Bu gecikme, görevin ağırlığına işaret eder. Firavun’la yüzleşmek ve bir halkın yükünü omuzlamak, bedensel kudretten çok sabır ve tanıklık ister.
Bu bakış, yaşın ilerlemesini geri çekilme olarak değil, sorumluluğun biçim değiştirmesi olarak okur. Gücün azaldığı yerde yük kaybolmaz. Sözün, kararın ve hafızanın alanına taşınır.
Bu bağlamda emeklilik kavramı, modern dünyada bu dönüşümün idari ve hukuki karşılığı olarak ortaya çıktı. Çalışma gücünün geri çekilmesi, insanın toplumsal sözleşmeden kopması olarak görülmezdi. Üretim merkezli yükümlülüklerin sona erdiği, ahlaki ve toplumsal sorumluluğun başka bir düzlemde sürdüğü bir geçiş anlamı taşırdı. Kadim toplumlarda yaşlı bu nedenle kenara itilmezdi. Merkezin anlamını koruyan unsur olarak konumlanırdı.
Osmanlı vakıf sistemi, bu anlayışın kurumsal karşılığını oluştururdu. İmaretler, darülacezeler ve kimsesizler için ayrılan vakıf gelirleri, yaşlıyı merhamet nesnesine indirgemeden koruyan bir düzen kurmuştu. Yardım bireysel lütuf olarak tasarlanmaz, toplumsal sürekliliğin parçası olarak sayılırdı. Yaşlıya bakmak hayır işi olarak görülmezdi, düzenin sorumluluğu kabul edilirdi. Bu nedenle yaşlılık kamusal bir utanca dönüşmez, özel bir sessizliğe hapsedilmezdi.
Modern dönemde emeklilik, sanayi toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda yeniden tanımlandı. Bismarck Almanyası’nda sosyal devlet fikrinin taşıyıcı kolonlarından biri hâline geldi. Çalışma gücü tükenen insanın barınma, sağlık ve asgari yaşam güvencesi kamusal yükümlülük olarak kabul edildi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da bu anlayış genişledi ve emeklilik yalnız maaşla sınırlı kalmadı. Konut politikaları, kira denetimleri, yaşlılara yönelik sosyal mekânlar bu yaklaşımın doğal uzantısı olarak gelişti. Emekli, evinde yaşlanırdı, geçici mekânlarda beklemeye zorlanmazdı.
Bu sessiz dışlanma hâlinin sinemada en güçlü karşılıklarından biri, Coen Kardeşler’in 2007 yılında çektiği İhtiyarlara Yer Yok filmidir. Film, yaşlılığı bedensel bir zayıflık meselesi olarak ele almaz. Asıl meselesi, modern dünyanın hızına ve ahlaki boşluğuna tanıklık edenlerin bu düzende nereye yerleştirildiğidir. Şerif Bell karakteri, yaşlandığı için geri çekilmez, tanıklık ettiği düzen artık anlamlı bir çerçeve sunmadığında durur. Karşısındaki şiddet bağırmaz, kendini savunma ihtiyacı duymaz. Soğukkanlıdır, gerekçelidir ve tam da bu nedenle ürkütücüdür.
Özdeşim tam burada belirir. Modern çağda şiddet, kaba bir zorbalık olarak işlemez. İdari bir dil kurar; oranlarla, raporlarla konuşur, kararlarını zarif bir kaçınılmazlık perdesiyle örter. Kimi yaşatacağına, kimi gözden çıkaracağına dair hüküm verirken ahlaki bir muhasebeye ihtiyaç duymaz. Filmde Şerif Bell’in geri çekilişi, korkunun değil tanıklığın boşa düşmesinin ifadesidir. Dünya artık söze, hafızaya ve yavaşlığa kulak kesilmediğinde, tanık da sessizce sahneden çekilir.
Bugün yaşlıların terminal köşelerine, geçici odalara ve uzun bekleyişlere sıkışması da benzer bir sessizlik içinde gerçekleşiyor. Kimse açıkça “size yer yok” demiyor. Bunun yerine bütçeden, piyasa koşullarından ve zorunluluklardan söz ediliyor. Kimse emeklileri, işsizleri ya da evsizleri gözden çıkardığını ilan etmiyor. Fakat bırakılan mekânlar, ertelenen hayatlar ve normalleştirilen bekleyişler aynı sonucu üretiyor. Bu insanlar yük olarak adlandırılmıyorsa da hayat onlara yük muamelesi yapıyor.
Bu tablo kendiliğinden ortaya çıkmadı, bilerek kuruldu. Maaşlar yıllarca düşük tutuldu, kiralar serbest piyasanın eline bırakıldı. Konut, yaşamak için değil kazanmak için alınıp satıldı. Sosyal politika düzenli bir güvence kurmadı. Yardım edildi fakat hayat kurtarılmadı.
Sonuç çok basit. Emekliye verilen para yetmiyor. Aynı maaşla hem barınması hem yaşaması mümkün değil. Ya kirasını ödüyor ya mutfağından kısıyor. Ya ilacını alıyor ya ısınmıyor. İktidar bu tercihi açıkça söylemiyor fakat fiilen dayatıyor. Ortada bir yanlış hesap falan da yok. Tercih var ve bu tercihin bedelini emekliler ödüyor.
Yoksulluğun sıradanlaştırıldığı, sorumluluğun dağıtıldığı ve bedelin belirli bir kesimin hayatına yazıldığı bu dönemde bu insanlar için ayrılmış ayrıca bir insaf inşallah vardır ve biz hemen kendisiyle tanışma şerefine nail oluruz.
Çünkü vaziyet çok daha acıklı bir hale doğru gidiyor.
