İsviçre’nin penceresinden Türkiye’ye bakmak
Gittiğim ülkeler üzerine yazmak ve bu izlenimleri Türkiye ile karşılaştırmadan duramamak, artık neredeyse bir yazma alışkanlığına dönüştü. Bunu bir tür kültürel refleks mi, yoksa içinden çıkamadığımız bir mukayese hâli mi saymalı, bilemiyorum. Fakat her seferinde bu kıyaslamalar, yalnızca ülkeler arasındaki farkları değil, aynı zamanda insanın kendine bakışını da görünür kılıyor. Bu kez İsviçre’nin başkenti değil ama siyasî ve entelektüel kalbi sayılabilecek Cenevre’den yazıyorum.
Şehir, Jura Dağları'nın ve Leman Gölü’nün kıyısında hem kendini saklayan hem de dünyaya hükmeden bir sessizlik içinde yaşıyor.
İsviçre, 1815 Viyana Kongresi'nden bu yana resmî olarak tarafsız. Ne Birinci Dünya ne de İkinci Dünya Savaşı’na doğrudan katıldı ve bu kararlarının bedelini değil, getirisini biriktirdiler. Savaş sonrası yeniden yapılanma yükünü taşımadılar. Altyapıları bombalanmadı, şehirleri yıkılmadı, çocukları yetim kalmadı. Tarihî olarak Avrupa’nın büyük trajedilerinden kaçmak isteyen sermaye sahiplerinin, düşünürlerin, sanatçıların, diplomatların sığındığı bir liman oldular. Bu da İsviçre’yi sadece bir ülke değil, bir tür “siyasi kasaba” hâline getirdi ya da “her büyük çöküşte ayakta kalmayı başaran bir ada” da diyebiliriz.
Ancak bu savaşsızlık yalnızca coğrafi sınırlarının değil, zihinsel sınırlarının da dışında durmakla mümkün oldu. Bugün hâlâ askeri olarak NATO’ya katılmıyorlar, orduları vardır ancak seferberlik pratikleri yok. Toplumun hafızasında askerlik, kahramanlık değil bir angarya olarak kodlanmış.
Belki de bu yüzden, burada gürültüyle haklı çıkma ihtiyacı hissedilmiyor. Çünkü hiç yıkılmadılar ve kaybedecek bir anlatı inşa etmediler. Bu yüzden galip olmak değil de nötr kalmak üzerinden bir siyaset kurabildiler.
Oysa bizde, her konuşmanın dibinde bir zafer ya da mağlubiyet, bir taraf ya da düşman gizlidir. Her suskunluk bir tuzaktır, her fikir bir cephedir.
İsviçre’nin savaşlardan çekilmiş olması, onları yalnızca daha zengin değil daha az reaksiyoner, daha fazla sistem merkezli bir topluma dönüştürmüş.
Kaldığımız ev Fransa sınırında ve Cenevre’ye her gidiş gelişte bir sınırdan geçiyorsun ancak ne sınırı bekleyen var ne de pasaport soran. Hatta bu getir götürü iç hat otobüsleri yapıyor. Sınırsız iki ülke ve bu sınırsızlıkta ister istemez fark edilen ilk şey de sessizliğin bir değer olarak içselleştirilmiş olması oluyor, ikindi vaktinden sonra hayatın durması da ayrı vakıa tabi. Kimse bağırmıyor, reklamlar parlamıyor. Araçlar korna çalmıyor. Bu sessizlik DNA’sında olmayan birisi olarak bir süre sonra geriliyorsunuz. Toplumun tüm dokusu, “bulaşmama fakat var olma” ilkesiyle dokunmuş gibi. Gece açık market yok, birbirine bağırarak konuşan insanlar yok… Bunlar bize uzak kavramlar.
Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü, Kızılhaç, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Çalışma Örgütü… Cenevre, yalnızca bir şehir değil; dünyanın meselelerinin konuşulup çözülemeyişine dair dev bir fuaye. Binaların duvarları bayraklarla çevrili, ancak içinde kimin, gerçekten hangi halkın derdine ortak olduğunu kestirmek zor. BM binasının önünde yükselen “kırık sandalye” anıtı, toprağın altına gömülmüş mayınlar kadar, bazı gerçeklerin üstüne serilen örtüleri de temsil ediyor. Aslında buradaki tüm uluslararasıcılık, diplomatik bir gösteriden, evcilikten ibaretmiş gibi geliyor fakat yine de dünyaya yön veren hemen tüm kararların adresi bu şehir…
Şehrin biraz dışında, Fransa sınırına yakın, yerin altında ise bambaşka bir güç yatıyor:
CERN.
Dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarı.
Burada protonlar çarpıştırılıyor, evrenin sırları açığa çıkarılıyor, en etkileyici olan da bu bilimsel faaliyetin arkasındaki sükûnet. Hiçbir şeyi ispatlamak zorunda olmayan, sadece merak eden insanlar var burada. Ve bu merakın milliyeti yok.
Gezim sırasında bir grup Türk öğrencinin okul gezisi kapsamında orada olması ise bana tarifsiz bir sevinç yaşattı. Çocukların gözleri merakla parlıyor, atom altı parçacıklardan bahseden rehberi pür dikkat dinliyorlardı. Bilimin evrenselliğiyle, Türkiye’nin potansiyelini bir arada görmek, bu yolculuğun belki de en ilham verici anı oldu.
Şehrin bıraktığı en derin iz, tam kalbinde, doğanın kendi diliyle konuştuğu o büyülü nokta: La Jonction. Burada iki nehir, Rhone ve Arve, birbirine kavuşuyor. Biri Alp dağlarından süzülen berrak ve soğuk bir akışla geliyor; diğeri çamurlu, bulanık ve kararlı. Uzun bir mesafe boyunca yan yana akıyorlar fakat birbirlerine karışmadan, iki farklı kimliğin iç içe geçmeden birlikte var olabileceğini gösterir gibi. Tıpkı huzurlu bir toplum gibi herkes kendisi kalarak, bir diğerine dönüşmeye çalışmadan ortak bir yatakta akabiliyor. Belki de Cenevre’nin kendine has huzuru, işte bu doğa metaforunun şehir hayatına sinmiş hâli.
Bu hassasiyetin köklerini belki de 16. yüzyıla kadar götürmek mümkün. Calvin ve Protestan Reformu, yalnızca teoloji değil bir kent yaşamı estetiği de bıraktı ardında.
Sade mimariler, abartıdan uzak günlük hayat, şatafatsız bir çalışma ahlakı… Tüm bunlar, bugünkü Cenevre’nin sessiz asaletini oluşturuyor. Fakat bu asaletin gölgesinde, kimi zaman dünyanın acılarına karşı fazla konforlu bir kayıtsızlık da hissedilmiyor değil.
Zenginlik, tarafsızlıkla birleştiğinde bazen bir tür duygusuzluk doğurabiliyor. Filistin’in, Sudan’ın, Yemen’in acısı Cenevre’ye gelmiyor. Belki belgeleri geliyor, fakat gözyaşı olarak akmıyor.
İşte burada, Türkiye ile mukayese kendiliğinden çıkıyor ortaya. Bizde duygu bol ama sistem zayıf. Bağırmak kolay, ama çözüm üretmek zor. İsviçre’de sistem kusursuz gibi çalışıyor fakat o sistemin içine duyguyu sığdırmak imkânsız gibi.
Cenevre’den ayrılırken aklımda şu sorular kalıyor:
Bir ülke, sessizliğin içini nasıl bu kadar doldurabilir?
Ve biz neden gürültümüzün içini bu kadar boşaltıyoruz?














