Kiyarustemi, Demirkubuz ve Bess
"Kiyarustemi Avrupa’da Yaşasaydı Böyle Bir Sinema Dehası Olamazdı”
– Zeki Demirkubuz
Bu cümle, ilk bakışta bir tespitten ibaret gibi görünse de aslında bir coğrafyadan çok bir halin, bir duyarlık biçiminin ve bir estetik zorunluluğun ifadesidir. Kısa ama yankısı büyüktür; çünkü içine sinmiş olan sezgi yalnızca Abbas Kiyarustemi’ye değil, doğrudan “anlamın nerede var olduğuna, nerede üretildiğine” yöneltilmiş bir bakıştır.
Kiyarustemi gibi bir yönetmen, eğer Avrupa’da yaşasaydı, şiirselliğini belki yitirmezdi ama şiirine duyulan ihtiyaç kaybolurdu. Çünkü şiir, eksikliğin, suskunluğun ve bastırılmışlığın çağrısıyla anlam kazanır. Ben de bu cümleyi ilk duyduğumda, uzun bir Avrupa seyahatinden yeni dönmüş biri olarak içerdiği hakikati yalnızca sinemasal değil, doğrudan varoluşsal bir yerden kavradım.
Döndüğümde her şeyin düzenli, temiz, konforlu olduğu bir yerden gelmiş olmanın hafifliği yoktu üzerimde. Aksine, içimde yerinden oynamayan fakat beni derinden geriye çeken bir yorgunluk taşıyordum. Oradayken değil, ancak döndüğümde fark ettim ki anlamın yerini fazlalık almıştı. Hiçbir şey eksik değildi ama hiçbir şeyin izi de kalmamıştı; acının yokluğunda sevinç de silinmişti. Güzellik artmıştı, anlatacak hikâye kalmamıştı. Her şey yaşanıyor, hiçbir şey mücadeleye değmiyor gibiydi.
İşte tam bu noktada Demirkubuz’un o sözü, Kiyarustemi’nin sineması üzerine düşünmeyi yalnızca bir film çözümlemesi değil, bir hayat sezgisi haline getirdi. Onun kamerası, hayatın doğal eksikliğini yalnızca ekonomik ya da teknik sınırlardan değil, konuşmanın tehlikeli olduğu, bakışın kontrol edildiği, jestin dahi yorumlandığı bir kültürel zeminden yansıtır. İran sinemasının esas gücü de buradadır. Sansür yalnızca bir engel değil, aynı zamanda estetiğin kurucu koşuludur. Çünkü ne zaman bir şey yasaklansa, sanat oraya başka bir yoldan varmanın dilini arar. Tıpkı bir taşın çatlağında yeşeren ot gibi.
Peki neden bu kadar etkileniyoruz İran sinemasından? Çünkü biz de kendi topraklarımızda aynı bastırılmışlığın başka yüzlerini tanıdık. Konuşamamanın, çevreden önce içeriden sansürlenmenin, her şeyin ima ile söylenmesinin uzun bir geleneğine sahibiz. Ve bu topraklarda anlam, çoğu zaman yasaklara çarpa çarpa, içe dönerek, susarak kurulur.
Demirkubuz’un Kiyarustemi için söylediği cümle, aslında kendi sinema anlayışının da özüdür. O da “hikâye” anlatmaz. Karakterlerinin ne yaptığı değil ne yapamadığı ne söylediği değil, neyi söyleyemediği önemlidir. Masumiyet’te Yusuf’un, Yazgı’da Musa’nın, İtiraf’ta Harun’un taşıdığı yük, dışsal değil, içsel bir sessizliğin ağırlığıdır. Bu karakterler karar vermez, konuşmaz, eyleme geçmez. Dünyanın onlara biçtiği kaderin içinde çürürken bile buna “yaşamak” demeye devam ederler. Demirkubuz’un filmleri olaylarla değil, iç gerilimlerle kurulur. Seyirciyi sürüklemez; durdurur, bekletir, geri çekilir. Tıpkı İran sineması gibi. Çünkü bu coğrafyada derinleşmek hızla değil, dirençle olur.
Bu yüzden Türkiye’de de en iyi filmlerin çoğu 1980’lerde çekilmiştir. Çünkü 80’ler yalnızca politik değil, estetik olarak da baskının, çarpıklığın ve aynı zamanda derinliğin yaşandığı bir dönemdir. Bu kısıt, yönetmenleri daha yalın olmaya, daha doğrudan, daha az laflı fakat daha çok katmanlı anlatılar kurmaya zorlamıştır.
Bu anlamda Zeki Ökten’in, Erden Kıral’ın, Ali Özgentürk’ün, Atıf Yılmaz’ın kamerası yalnızca dış dünyayı değil, içeriye dönük bir sıkışmayı da gösterir. Her şey söylenemez ama tam da bu yüzden izleyici daha çok şey görür. O dönem filmlerinin taşıdığı suskunluk, yalnızca sansürün değil, aynı zamanda derin bir varoluşsal arayışın da ifadesidir. İzleyici, anlatılmayanı kendi iç sesiyle tamamlarken, kimi karakterler bir noktadan sonra yalnızca bir kurgu unsuru olmaktan çıkar; seyircinin kendini bulduğu aynalara dönüşür.
İşte bu estetik yoğunluk, izleyicinin iç dünyasındaki en derin sorularla birleştiğinde, bir film karakteri yıllardır içinde taşıdığı fakat kelimelere dökemediği bir şeyi onun adına söyler hale gelebilir. Bu anlamda Trier’in Breaking the Waves filmindeki Bess karakteri, benim için yalnızca sinemasal bir figür değil, Allah’a neden iman ediyor olduğumun sinemasal bir anlatısıdır adeta. Çünkü Bess’in hikâyesi bir mucizeye değil, bir yaranın kabuk bağlamasına – hiç değil – tam aksine bir açılmaya, bir teslimiyete ve bir yüke dönüşür.
Sevdiği adamı yaşatmak için kendisini toplumun tüm ahlaki yargılarının önüne atan bir kadındır o. Öyle ki inancı, aklın sınırlarını aşar. Bess’in gittiği yol mantıkla izah edilemez. Fakat tam da o mantıksızlıkta iman başlar. Aklın sustuğu yerde sadakati konuşur ve sonunda çanlar gökte değil, onun iç dünyasında çalmaya başlar. Çünkü bazen Tanrı dışarıdan gelmez; içeride, en savunmasız yerde, en yalnız anında, herkesin sana sırtını döndüğü noktada zuhur eder.
Bu yüzden Bess’in varlığı bana hep şu hakikati hatırlatmıştır: Anlam, çoğu zaman doğruların serinkanlı mantığında değil, sadakatin tutarsız lakin sahici derinliğinde kurulur. Tanrı’nın varlığı bazen adaletin terazisinde değil de teslimiyetin sarsıntısında sezilebilir. Çünkü iman çoğu zaman haklılıkla değil, yüklenmeyi göze almakla ilgilidir. Bess’in hikâyesi bana, inancın gözle görünür bir sebat değil; aklın, mantığın ve toplumsal düzenin tüm anlam haritalarını yitirdiği bir eşiğin kıyısında bile elini bırakmadığın bir varlığa dönük, sessiz bir bağlılık olabileceğini düşündürmüştür.
İçimde yankılanan iki yönetmen ve bir karakterin izinden yürüyerek kurduğum bu yazı, aslında tek bir şeyi arıyor: Anlam eksikliğinin sinemayla nasıl yüzleştiğini, nasıl dönüştüğünü ve bazen nasıl ilahi bir sessizlikle dolduğunu…
Kiyarustemi’nin sineması, o eksikliği kendi lehine çeviren şiirsel bir dile dönüşür. Demirkubuz’unki, onun içinde bitmeyen bir iç hesaplaşmayı sürdürür. Bess’in hikâyesi ise, o eksiklikle Tanrı arasındaki mesafeyi kapatmaya çalışan çaresiz fakat sahici bir çırpınışa dönüşür. Ve hepsinin kesiştiği yerde artık bir film değil, yalnızca insanın çıplak hâli kalır geriye.
İşte bu yüzden bu yazı, yalnızca bir sinema yazısı değil. Bu yazı, dile getiremediğim lakin içimde hep taşıdığım bir eksikliğin, terk edemediğim bir sadakatin ve ne zaman dokunsam yankılanan bir sezginin izini anlatmak gibi oldu…














