Makbul doğumun kutsal ayini

Kadınların nasıl doğuracağı, ne zaman doğuracağı, kiminle doğuracağı meselesi son yıllarda sadece tıbbi bir tercih değil sanki bir rejim testi haline geldi. Türkiye’de iktidarların anneliğe biçtiği roller hep oldu ama ilk defa bir doğum biçimi, futbol sahalarında sergilenen bir ideolojik pankarta dönüştü. Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nde öğrencilerin protesto ederek terk ettiği “Doğal Olan Normal Doğum” sempozyumu da görünüşte bir bilinçlendirme faaliyetiydi. Fakat bence başka bir şeyin, toplumu biçimlendirme arzusunun bir yansımasıydı…

Doğum, hayatın en mahrem, en kişisel eylemlerinden biridir. Ağrının, korkunun, ümidin, sevincin, beklentinin birbirine karıştığı muazzam bir eşiktir. Ancak bu topraklarda, hayatın mahremi de bir türlü mahrem kalmaz, kalamaz. Bedenler üzerinde kurulan tahakkümün arkasında daima ‘kutsal bir gerekçe” bulunur; milletin bekası, fıtrat, ya da daha sık rastladığımız bir gerekçeyle; “kadının selameti”. Artık adını ne koyarsak.

Kaldı ki bu yönlendirmeler yalnızca bir doğum şekline dair teknik bir tercih meselesi değildir. Mesele, hayatın tamamına sirayet eden ve bireysel iradeyi biçimlendirmeye çalışan bir zihniyetin yansımasıdır. Tıpkı “makbul vatandaş”, “makbul genç” yahut “makbul anne” kalıplarında olduğu gibi, burada da kadının nasıl doğurması gerektiğine dair çizilmiş dar bir normatif çerçeve vardır. Kadın doğuracaktır; ama bu doğumun, acı ile sınanmış, sabırla yoğrulmuş, ‘fıtrat’ı hatırlatan bir ritüel olması beklenir. Ne var ki sezaryen, epidural ya da planlı doğum gibi uygulamalar, kadının kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkını öne çıkarır. Bu ise, kadının edilgenliğini değil, özneselliğini ima eder. Tam da bu nedenle, bu yöntemler ‘yerli ve milli’ tasavvurla çelişir; çünkü burada tercih eden, itaat eden değil, karar veren bir kadın figürü vardır. Ve sistem, karar veren kadını değil, tahammül eden kadını arzular.

Bu bakışın beslendiği kültürel damar, aynı zamanda erkek merkezli bir sahneleme geleneğine de dayanıyor. Futbol sahasında, 22 erkeğin top koşturduğu, taraftarların sloganlar attığı bir maçta, “doğum şekli” üzerine bir pankart açılması sadece abesle iştigal değil, aynı zamanda kendisiyle çelişen bir ideolojik performans. Çünkü bu iktidar, yıllardır ‘kadın bedeni’ üzerinden değil, ‘aile yapısı’ üzerinden bir muhafazakârlık inşa ettiğini iddia ederken, kadının mahremini o erkek sahasında teşhir etmekten de geri durmuyor.

Bugün üniversite gençliği bu ikilemin farkında. Sadece kadınlar değil, erkek öğrenciler de itiraz ediyor bu yaman çelişkiye. Aslında müdahale edilen de doğumun şekli değil. Yeni nesil, hayatın her alanına sinmiş bu müdahaleciliğe karşı ses çıkarıyor. Siyasî otoritenin “fıtrata uygunluk” kılıfıyla sunduğu her istek, bu kuşağın gözünde bir irade gaspı olarak görülüyor. Gençlerin protestosunun hedefinde bir sempozyum değil, onun taşıdığı temsil var: “Senin bedenin bizim ideolojik alanımızdır” diyen anlayış.

Fakat bence tüm bu kampanyaların altında başka bir niyet daha var o da gündemi değiştirmek. Enflasyon, genç işsizliği, atanamayan öğretmenler, içe kapalı ekonomi politikaları, uluslararası ilişkilerde gerilim… Toplumun asıl ihtiyaç alanları gözlerden kaçırılıyor. Onların yerine, bir kadının doğum tercihi üzerinden ahlaki ve ideolojik pozisyonlar sunuluyor. Tıpkı giyim kuşam, evlenme yaşı ya da çocuk sayısı üzerine yapılan yönlendirmeler gibi… Ama bu defa daha da tehlikeli bir zemine, kadın sağlığına uzanarak…

Bu mesele, yalnızca doğum yöntemine dair bir tıbbi tercih değil, mahremiyetin, otoriteyle temas ettiği en kırılgan noktadır. Kadın ile hekimi arasındaki o sessiz, kırılgan, güven temelli bağ hiçbir ideolojik söylemin, hiçbir politik propagandanın müdahale edemeyeceği kadar özel bir alandır. Orada konuşulan yalnızca tansiyon, nabız, doğum sancısı gibi konular değildir. Orada konuşulan şey korku, tevekkül, umut ve çoğu zaman geçmişin derin izleridir.

İktidar bu ilişkinin üstüne ideolojik bir perde germeye başladığında, yalnızca bir tercih hakkı değil, mahremiyetin bizatihi kendisi istismar ediliyor olabilir. Kadının ne zaman, nasıl ve ne şekilde doğuracağına dair bu müdahaleci söylem, tıbbi bir öneri olmaktan çoktan çıkmış bir itaat provasına dönüşmüştür. Oysa mahremiyet, sadece özel olanın korunması değildir; kişinin bedenine, duygusuna ve kararlarına dair sınırları kendisinin belirleyebilmesidir. Bu sınırları devletin ya da herhangi bir ideolojinin belirlemeye kalkması, kadının yalnızca doğurma biçimini değil, insanlık alanını da daraltır.

Benim gibi muhafazakâr duyarlılığa sahip biri için en rahatsız edici taraf da tam olarak budur: Mahrem olan, kutsal olandır. Kutsal olana dışarıdan uzanan her el ister muktedirin aygıtıyla ister dinî retoriğin diliyle gelsin, haddini aşmış sayılır. Zira mahremiyetin ihlali yalnızca fiziki bir müdahale değil, aynı zamanda kişiliğe, inanca ve nihayetinde kul ile Rabbi arasındaki o derin içsel irtibata yönelik bir hoyratlıktır.

Avrupa’da, bilhassa İskandinav ülkelerinde doğuma ilişkin kamu politikaları, “tercih özgürlüğü” ilkesine yaslanır. Kadının yalnızca biyolojik değil, psikolojik iyilik hali de esas alınır. Üstelik bu yaklaşım yalnızca doğum anıyla sınırlı değildir; doğum sonrası bakım, ebeveyn izni, kreş imkanları ve sosyal destek mekanizmalarıyla aile bütüncül biçimde gözetilir. Çünkü mesele sadece bir çocuğun dünyaya gelmesi değil, o çocuğun insan onuruna yaraşır bir hayatla buluşmasıdır.

Oysa Türkiye’de doğurmak teşvik edilir fakat doğurduğunla baş başa kalırsın. Sloganlarla başlayan süreç, çoğu zaman sorumluluktan çekilen bir akla ve yetersiz sosyal politikalara bırakılır. “Rızkıyla gelir” denilen çocuğun bir aylık yaşam gideri, herhangi bir asgari ücretli ailenin bütçesine bölündüğünde, mesele doğumun değil, hayatın sürdürülebilirliği olduğu daha da berraklaşır.

Bu yüzden mesele, bir doğum biçimi meselesi değil. Mesele daha derin.

YORUMLAR (31)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
31 Yorum