Siyasetin dili halkın cümlelerinden oluşmalı
Bir ülkeyi yönetmek yalnızca karar almakla değil, o kararları hangi dille kurduğunuzla da ilgilidir. Son yıllarda bu toplum, alınan kararlardan çok, o kararların nasıl savunulduğundan, yapılan yanlışlardan çok, o yanlışların hangi dille savunuluyor oluşundan yıprandı... İktidarla halk arasındaki mesafe, yasa metinleriyle değil, cümle yapılarıyla büyüdü. Söz, halka doğru değil, halkın üstünden kurulmaya başlandı. Bu ülkenin insanı sadece geçim derdiyle değil, aynı zamanda geçimsiz bir dil, duymayan bir kulakla da mücadele etti. En sade sorular ya cevapsız kaldı ya da en ağır ithamlarla karşılık buldu. Eleştiriler ya göz ardı edildi ya da doğrudan düşmanlık olarak kodlandı…
Muktedirin dili, yalnızca bir yönetim aracı değildir, aynı zamanda halkla kurulan ilişkinin aynasıdır. Fakat o aynanın üzeri uzun zamandır bir buğu ile kaplanmıştı. O aynaya yıllardır bakıyorduk fakat kendimizi göremiyorduk. Orada sadece parlatılmış makamları, sertleşmiş ifadeleri ve suskunluğuyla övünen bir kibri görmeye başlamıştık. Birileri konuşuyor, biz dinliyorduk. Konuşan biz olduğumuzda ise ya susturuluyor ya itibarsızlaştırılıyor ya da kenara yazılıyorduk.
Yazdığım olağan eleştiriler içeren köşe yazılarından sonra çokça e-posta veya mesaj almışımdır ki içeriği genellikle “bu cesareti nasıl bulduğumla” alakalı olmuştur. Düşünün ki en basit tenkitleri dahi büyük bir cürümmüş gibi algılatan bir hegemonya kurulmuştu. Korku, yalnızca susturmuyordu, konuşma hakkını, sıradan bir vatandaşın erişemeyeceği bir ayrıcalığa dönüştürüyordu.
Aslında bu tarih yalnız bugüne ait değil. Osmanlı’da da susturulmanın yolları yalnızca zindandan geçmezdi, sarayın diline uymayan her ses bazen unvanıyla birlikte sessizliğe gömülür, bazen de bir tenzili rütbe fermanıyla uzak bir sancağa sürülürdü. Susturmak yalnızca sözü kesmek değildi, görünürlüğü de silmekti.
Bu yöntemleri bugüne revize etmiş bir iletişim haliyle baş başa kalmıştık - susturmayı meşru gören zihniyetle. Susturmak artık yalnızca sesi kesmek değil, sözün sınırlarını merkezin belirlediği bir rejim aparatı hâline de getirildi. Siyasetin dili, halkın dili olmaktan çıkarıldı; iktidarın sesiyle özdeşleşti. Eleştirinin yerine sadakat, çoğulculuğun yerine hizalanma, hakikatin yerine vitrin kuruldu.
Bu dönüşüm bir iletişim stratejisinden fazlasıydı, rejimin dil üzerinden yeniden inşasıydı. Zamanla kelimeler değişmedi, sadece anlamları daraldı. Hep aynı ses, aynı ton, aynı ithamlar: “kifayetsiz muhterisler”, “küresel odaklar”, “azgın azınlık”, “algı operasyonu”, “vesayet odakları”, “kutsallarımıza saldırı”, “birileri”, “dezenformasyon” ... Bu dil, yalnızca belli kavramları değil, belli kitleleri hedef göstermek üzere organize edildi. İktidarın söylem kartelası hâline gelen bu kelimeler, neredeyse her krizde yeniden devreye sokuldu, bir tuşa basılmışçasına. Aynı suçlamalar, aynı tehdit haritaları... Söz artık anlam kurmuyor; sadece saf belirliyordu. Her cümle, toplumun bir kısmını dışarıda bırakacak biçimde kuruluyor, devletin dili toplumun diliyle değil, kendine sadakatle hizalanan bir jargonla konuşuyordu.
Kurumların dili, artık kamunun ihtiyaçlarına değil, merkezin hassasiyetlerine göre biçimlenmeye başladı. Eleştiriler görmezden gelinmedi, özellikle hedefe yerleştirildi. Nezaket, güçlüye temas etmeyen bir suskunluk biçimine dönüştürüldü. Görünürlük, yalnızca sadakatle hizalananlara tahsis edildi.
Böylece halkın içinden doğmuş olan temsil, zamanla halkın üzerine konumlanan bir iktidar estetiğine dönüştü. Ulaşılabilirliğin yerini gösteri, sahiciliğin yerini dokunulmazlık aldı. Oysa bu halk, temsilin asaletini yalnızca sandıktan değil, göz hizasından tanımayı bilirdi. Cumhurbaşkanı, tam da bu üstencilikten bunalmış bir toplumda, halkın içinden çıkmış, halkın derdiyle dertlenmiş biri olarak kalplerde ve zihinlerde ma’kes bulmuştu. Saray protokolünden değil, mutfak kapısından, oturma odasından, içimizden gelen bir dil konuşuyordu. Tüm gücünü halkın bağrından, sokağın sesinden, evlerin ışığından almıştı. Kendisini anlamlı kılan olgu, halkı yöneten değil, halkla yürüyen bir figür olmasıydı. Temsilinin meşruiyeti oradaydı- göz hizasında olmasında.
Fakat ne zaman o göz hizasından çekildi o anda temsilin dili de değişti. Ve bugün elimizde kalan şey, yalnızca konuşan bir yapı değil, halkla bağını yitirmiş, yankısı merkezden dışarıya taşmayan bir ses düzenidir.
Bu durumdan çıkış yeni bir dille mümkündür. Cümlelerin ritmi değişmeli, sözün ahlakı yeniden kurulmalı. İktidarın dili, emir cümlelerinden değil, insan cümlelerinden oluşmalı. Korkuyla değil, güvenle konuşan bir yapı inşa edilmeli. Sadakatten değil liyakatten beslenen, vitrin değil içerik üreten, slogan değil çözüm sunan bir kamusal söyleme ihtiyaç var. Ve en önemlisi: şeffaflık artık bir lütuf değil, bir meşruiyet şartıdır. Zira şeffaflık, sadece bir tercih değil, hakikatin meşruiyetidir.
Yeniden başlamanın yolu, her şeyi yeniden söylemek değil, kelimelere yeniden itibar kazandırmaktır. Devleti korkulan değil güvenilen, uzak değil ulaşılabilir, susan değil dinleyen bir yer hâline getirmektir. Bunu yapabilecek olanlar, en çok bağıranlar değil, en çok duyabilenlerdir.
Toplum artık bağıranlardan değil, anlatanlardan yana. Biriktirenlerden değil, paylaşanlardan. Cevap yetiştirenlerden değil, anlamaya çalışanlardan. Yeni bir dönemin ihtiyacı şatafatlı sunumlar değil, sade bir hakikat. Şimdiki zamanın en büyük lüksü gösteriş değil, sahicilik. Ve belki de bu milletin en büyük özlemi, ilk defa hakikatin yüksek sesle değil, doğru sesle dile gelmesi… Adaletin herkesin kalbinde yerleşmesi, şeffaf olması.
Güç, ne zaman halkla göz göze gelmeyi unutur, işte o zaman gerçekten yalnız kalır. Ve bu halkın kendi temsiline layık gördüğü isimlerin haksızlığa uğramadığını görmeye ihtiyacı var.
Ben bitmeyen ve bitmeyecek uyarılarımı tüm beklentisizliğimle şuraya iliştireyim. Elbet bir okuyan bulunur.
