Siyasetin yarasına kayyum basmak
Türkiye, yakın geçmişte pek çok yasaktan kurtulmuş bir ülke. Başörtüsü yıllarca üniversite kapılarında yasaktı, inançlı genç kızlar kendi ülkesinde eğitim hakkından mahrum bırakıldı. Kürt kimliği, uzun süre kamusal alanda yok sayıldı. İfade özgürlüğü dar bir çerçeveye sıkıştı. Fakat zamanla bu yasakların çoğu kalktı, toplum nefes aldı. Farklı kimlikler görünürlük kazandı, dindarlar kamusal hayatta daha özgür bir şekilde var oldu. Bütün bunlar, Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda kıymetli kazanımlar olarak hafızaya işlendi.
Ne var ki bugün yalnızca kayyum ihtimali değil, siyasi tutuklular, ifade özgürlüğünün daralması, hukukun bağımsızlığını yitirmesi gibi gelişmeler de bu kazanımların üzerine kara bir gölge düşürüyor. Seçmenin iradesine müdahale, gazetecilerin ve muhalif siyasetçilerin yıllarca cezaevinde tutulması, hukukun siyasallaşması, geçmişte açılan özgürlük alanlarını tek tek kapatıyor. Oysa iktidarın, bir dönem kendi tabanının yaşadığı yasaklarla hesaplaşmasının en büyük anlamı, bütün topluma özgürlük vadetmesiydi. Şimdi hem kayyum tartışmalarıyla hem de hukuk ve adalet alanındaki baskılarla o özgürlüklerin gölgelendiği bir noktada, iktidarın kendisi kendi hikâyesini inkâr ediyor, geçmişini değersizleştiriyor.
Aliya İzzetbegoviç’in sözüyle: “Zafer, rakibini yok etmek değil, rakibine rağmen ayakta kalmaktır.” Rakibin sesini kısmak, iktidarın kendi sesini de boğuyor. Çünkü siyaseti yaşatan damar, hür irade. İktidarın gücünü pekiştiren olgu, halkın sandıktaki teveccühü. Oysa idari yollarla muhalefeti tasfiye etme arayışı, bu temel kaynağı adım adım kemiriyor.
Tarihin ironisi de burada. En çok yasaklardan, kapatma davalarından, vesayetçi müdahalelerden yara almış bir siyasi hareketin, aynı silaha sarılması. Demokrat Parti’nin 1960’ta Tahkikat Komisyonu kurarak muhalefeti susturmaya kalkışması kendi sonunu getirdi. Refah Partisi’nin kapatılması ve 28 Şubat sürecinin baskıları, dindar kesimin hafızasında derin yaralar bıraktı. Bugün bu hafızayı taşımak yerine aynı hafızayı inkâr eden bir yol seçildi ve sadece muhalefete değil, geçmişteki bütün mağduriyetlere açık açık ihanet ediliyor.
Maide suresindeki ayet manidar: “Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe itmesin.” Bu ayet, iktidarın en büyük pusulası olmalıydı. Oysa bugün öfkeyle alınacak kararlar, yalnızca muhalefeti değil, iktidarın kendi seçmenini de yaralıyor. Çünkü sandığı baypas eden her girişim, önce kendi seçmenine “senin oyun değersiz” mesajını veriyor. İktidarın kendi seçmenini de zor durumda bıraktığı durum bu: kendisini savunma pozisyonunu “bir bildikleri vardır” muammasına terk etmek. O gerekçeye sığınmak, siyasetin seviyesini adım adım aşağı çekmek. Ağır ağır gidiliyor, fakat yön belli.
Hz. Peygamber’in örnekliği bu tartışmada yol gösterici. O’nda bizim için güzel örnekler var. Mekke’nin fethinde Ebu Süfyan gibi yıllarca kendisine düşmanlık etmiş kişileri affetti, “Bugün size kınama yok” diyerek intikamı değil adaleti seçti. Taif’te taşlandığında halkına beddua etmedi, onların soyundan iman edenlerin çıkmasını diledi. Hudeybiye’de ağır şartları kabul ederek sabırla yol aldı. O sabır, uzun vadede hakkın üstünlüğünü gösterdi. Bugünse gündeme gelen kayyum tartışması, bu örneklerin tam tersi bir yol: sabır yerine yasakla ayakta durma arayışı.
Osmanlı tarihi de benzer örneklerle dolu. II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra muhalif sesleri susturdu, basını sıkı denetime aldı. Bu baskı devleti güçlendirmedi, aksine dengelerini sarstı. II. Abdülhamid, basını sansürle yönetti, muhalif aydınları sürgün etti. Bu yöntem iktidarını korumak yerine yeni ve güçlü bir muhalefet mayaladı. Sansür ve baskı imparatorluğun ömrünü uzatmadı, çöküşünü hızlandırdı.
Cumhuriyet döneminde de aynı kısır döngüyle karşılaşıldı. 27 Mayıs’ın idamları toplumsal vicdanda derin bir yara bıraktı. 12 Eylül darbesiyle siyasi yasaklar geldi, partiler kapatıldı. 28 Şubat’ta yaşananlar, inançlı kesimin kamusal varlığını kaybetmesiydi. Bu baskılar siyaseti daha güçlü hale getirmedi, toplumu yaraladı. O gün mağdur olanların bugün aynı baskıcı yola sapması, yalnızca kendi geçmişlerini reddetmek olur.
Tarih boyunca baskı yöntemleri hep aynı sonucu üretti; şimdi medya eliyle yeniden sahnelenen bu döngü siyasetin kendi kendini inkârı. Medya tüm bu olanları “hukukun gereği” gibi sunuyor, sanki bir düzen ihtiyacıymış gibi meşrulaştırıyor. Oysa bunlar siyasetin gerçeği değil, bir siyaset gösterisi. Yeniden Baudrillard kavramıyla bir simülakr. Sandığın hakikati, ekranların hipergerçekliği içinde eriyor. Bu yüzden mesele yalnızca hukuki değil, varoluşsal: siyasetin kendisi yok oluyor.
Dünya örnekleri de uyarıcı. Viktor Orban Macaristan’da medya düzenini ele geçirerek muhalefeti marjinalize etti. Vladimir Putin Rusya’da seçimleri formaliteye dönüştürdü, rakiplerini ya hapiste ya sürgünde bıraktı. Nicolas Maduro Venezuela’da muhalefetin alanını daralttı, seçimleri manipüle etti. Evet, hepsi hâlâ iktidarda görünüyor, evet, ancak tarihin uzun terazisinde meşruiyetlerini çoktan kaybettiler. Çünkü siyaset, özgür iradenin olmadığı yerde yalnızca bir gölge.
Bir partinin en büyük sermayesi, idari araçlar değil, halkın güveni. Kayyumla kazanılan bir iktidar, aslında kaybedilmiş bir meşruiyetin gölgesidir. Geri dönüş belki hâlâ mümkün. Ve bu, muhalefete bir lütuf değil; en çok da iktidarın kendi seçmenine duyulacak saygının gereği.
Aliya’nın sözü bu ruh halini karşılıyor: “İktidar hak olmalı, zorbalık değil.” Zorbalığa yaslanan siyaset, günü kurtarıyor belki ancak yarını tüketiyor. Bugün kayyumla kazanılmış bir sessizlik, yarının tarihine kara bir kayıt olarak düşecek.
İstanbul’un iradesi kayyumla gölgelenemez. Bu mesele yalnızca muhalefetin değil, demokrasinin, siyasetin ve toplumun vicdanının meselesi. Rakibini tasfiye eden, kendi nebbaşını yetiştirir. Bu yüzden bu yoldan acilen geri dönülmeli. Çünkü siyasetin onuru, sandığın hür iradesinde.
