Tahriki selamlamak
Leman dergisinin son karikatürü, düşünce özgürlüğü adına savunulamayacak bir ciddiyetsizliği ve cehaleti temsil ediyor. Dinî hassasiyetleri bu denli hoyratça kaşımak, hele de toplumsal fay hatlarının iyice çatladığı bir dönemde, ciddi bir sorumsuzluk değilse nedir? Fakat bu sadece bir karikatür krizi değil çok daha geniş bir zihniyet meselesi. Seküler dünyanın belli bir kesimi için ifade özgürlüğü artık evrensel bir hak olmaktan çıkmış, yerel bir rövanş aracına dönüşmüş durumda.
İnançla, kutsalla, maneviyatla kurdukları ilişki, eleştirinin ötesine geçmiş; alaycılığın, aşağılama refleksinin ve hesaplaşma ihtiyacının estetikle perdelenmiş biçimi hâline gelmiş vaziyette. İfade özgürlüğü, ahlaki bir sınır değil, bir ceza modülü gibi işliyor. Bu zihin dünyası, kendi travmalarının rövanşını dinî sembollerle alay ederek almayı bir tür özgürlük pratiği zannediyor. Oysa bu yanlış yöne akan bir su. Daha önce de yazmıştım; kötü temsilin suçunu dine kesemezsiniz.
Yine de ısrarla aradaki makas açılıyor çünkü bu tür tavırlar, Müslümanların hassasiyetini anlamaya çalışmak bir yana, onları aşağılamaktan haz alıyor. Mizahın diline sızmış intikamcı dürtü, bir özgürlük eylemi değil, düşmanlık siyasetinin kılık değiştirmiş hâli. En acısı da şu ki bu öfke, hiçbir zaman doğrudan siyasal güç sahiplerine yönelmiyor, hep halkın kalbine, imanına, mahallesine saplanıyor.
Şimdi bu eleştiriyi yaptıktan hemen sonra, işin diğer tarafıyla, başka bir tezahürle de yüzleşmemiz gerekiyor: O da bu tür saldırılar karşısında dindar kesimin sergilediği abartılı ve çoğu zaman otoriter refleksler. Bir karikatüre karşı sokaklara dökülen sloganlar, dergi baskını çağrıları, sosyal medyada hedef göstermeler, ters kelepçeyle yapılan gözaltılar…
İslamofobi’yle küresel ölçekte mücadele ettiğimiz bir çağda, bu görüntüler dine dair önyargıları daha da derinleştiriyor. “Bakın işte, Müslümanlar farklı düşünceye tahammül edemiyor” dedirtmeye fırsat tanıyoruz. Zaten kutsala hakaretten doğacak hukuki süreç işleyecekken, dini bu kadar kaba, öfkeli ve cezalandırıcı bir formda göstermenin manası nedir?
İslam’ın vakarını temsil etmek yerine, onu öfke nöbetlerinin nesnesi hâline getirmek, gerçek din düşmanlarının eline koz vermektir. Öyle bir noktaya geliyoruz ki, savunduğumuz kutsalın itibarı değil, bizim öfkemiz konuşuluyor. Kutsal olanı korumak istiyorsak, onu önce kendi öfkemizden kurtarmalıyız. Çünkü bu din, yalnızca düşmana karşı değil, insanın özüne karşı da bir sorumluluk yükler. Bu din, düşman değil, insan istiyor. Bu hamleleri yaparken görünen nefret obasında göz gözü görmüyor, hakikat duyulmuyor... Çok hazin.
Bu, yalnızca bir tepki değil aslında, bir tahakküm kurma arzusu. İslam’ı savunmak ile kendi iktidarını tahkim etmeyi birbirine karıştıran, kutsala saygının ancak korkuyla sağlanabileceğini zanneden bir ruh hâli bu. Oysa hakaretin karşısında durulabilir fakat bu, hakkaniyetle, hukukla, vakar kaybedilmeden yapılmalıdır. Dindarlık, her alanda bir tür “otorite” kullanma hakkı vermez.
İşte en kırılgan yer de burası: Biz, çoğu zaman İslam’ın gücüne değil, kendi zedelenmişliğimize tepki veriyoruz. Böyle kötü ve ilkesiz bir karikatür çiziliyor, bu cehalete “selam” deyip geçmek varken, aynı dille karşılık vermek varken öfke nöbetleri duymak... Oysa biliniyor mu ki bu öfke hakikatin değil, saygınlık arayışının öfkesi. Allah’a iman eden bir insan, kendine güvenmeyebilir mi? Dindarlık, bu kadar kırılgan olamaz. Peygamberimiz güç sembolüydü. En çok da güçlü bir karakterin sembolü.
Bazen düşünüyorum da belki de mesele inançtan değil, o inancı kimin nasıl temsil ettiğinden kaynaklanıyor. Aynı duaya “âmin” diyenler arasında dahi kalbin yönü başka başka olabiliyor. Kimi dinle güçlenmek, kimi dinle büyümek ister. Bense dinin bana sunduğu en kıymetli şeyin, kendimden taşmadan yaşayabilme ihtimali olduğuna inanıyorum. Kimin nasıl inandığı değil, o inancın onda nasıl bir ahlak inşa ettiği ilgilendiriyor beni. Aynı dine mensup olmak, aynı vicdanı paylaştığımız anlamına gelmiyor. Ve ben artık herkesin kendi aynasında kendi gölgesini yargılaması gerektiğini düşünüyorum.
Hayatını Müslüman kimliğiyle yaşamak isteyen bir birey olarak, en ağır küfürleri, en acımasız hakaretleri ne acıdır ki çoğu zaman sekülerlerden değil, Müslümanlardan işitiyorum. Sırf bir tepkide ölçüsüzlük görüyorum diye, peygamberi sevmemekle suçlanıyorum. Oysa ona duyduğum muhabbeti, onun önderliğine ve merhametine olan hayranlığımı anlattığım sayısız yazım var. Dindar bir profil olarak bu ülkede en çok bedel ödeyen gruba dahil olmuşum, geçmişim mücadeleyle, suskunlukla, dışlanmayla örülmüş. Fakat küfürlerin, hakaretlerin biri bin para. Bu mudur Müslüman izzeti? Değil.
Siyer tarihine dönüp bakmakta fayda var. Peygamber Efendimiz (sav), en ağır hakaretlere bile öfkeyle değil, vakarla karşılık vermiştir. Taif’te taşlanırken bile “Allah’ım, kavmime hidayet ver, çünkü bilmiyorlar” diye dua etmiştir. Mekke’nin fethinde, yıllarca zulmedenlere karşı “Hepiniz serbestsiniz” diyerek affı tercih etmiştir. O, hicivlere, alaylara, iftiralara karşı kılıç değil, hikmet kuşanmıştır. Sahabeler dahi bu edebi ondan öğrenmiştir. Hz. Ebu Bekir, düşmanlarına karşı dahi kelimeleri tartarak konuşmuş; Hz. Ali, kendisine hakaret edenlere adaletle yaklaşmıştır. Kur’an’da Maide 8. ayette, “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” buyrulurken; bugün biz, kendi kardeşimize duyduğumuz öfkeyi asıl düşmanımıza bile göstermiyoruz.
Ez cümle düşmanımızı bile adaletle yargılamakla mükellefiz; Müslüman kardeşimizi ise, sevgiyle... Her ne kadar bu ülkede öfke, yalnızca kendi imajına toz kondurmayanların dili hâline geldiyse de biz bununla da savaşmakla memuruz.
Peygambere hakaret etmek elbette kabul edilemez. Ama O’nu sevenler, O’nun adını kullanarak zulüm yapamaz. En büyük savunma, en derin sükûnettir bazen. Dindarlık, linçle değil, adaletle yaşanır. İman, bağırarak değil, sabrederek güçlenir. Eleştiri karşısında öz güven geliştirmemiş bir dindarlık, her an tehdit altında hisseder. Ama Allah’a güvenen biri, hakikatin vakarıyla yaşar. O yüzden bu çağda dindarlık, belki de en çok kendi taraftarlarından korunmayı gerektiriyor.
