Yeni bir dünya mı, eski bir çöküş mü?
Mümtazer Türköne, “Yeni bir Dünya” başlıklı yazısında İslamcılığın ve hususen AK Parti İslamcılığının tasfiyesine dikkat çekiyor, bu tasfiyeyi İsrail güvenliği merkezli yeni bir bölgesel mimarinin kaçınılmaz sonucu olarak yorumluyor. Türköne’nin işaret ettiği bu dönüşüm yalnızca güncel siyasal konjonktürü değil aynı zamanda tarihî bir kırılmayı da haber veriyor: İslamcılık hem bir ideoloji hem de bir jeopolitik vizyon olarak tasfiye sürecine girmiş durumda...
AK Parti, başlangıçta bir ideoloji partisi gibi görünse de zamanla bu formdan uzaklaşarak çıkarların ördüğü, iktidar refleksleriyle tanımlanan amorf bir kütleye dönüştü. Oysa Millî Görüş çizgisi, özellikle Erbakan döneminde yalnızca sınırları belirgin bir siyasal tasavvur değil Türkiye İslamcılığını yerel bir hareket olmaktan çıkarıp uluslararası bir dayanışma ağına dönüştürme iddiasını da taşıyordu. Nahda lideri Raşid Gannuşi’nin Erbakan mitinglerinde ağırlanması, Mısır’daki Müslüman Kardeşler ile kurulan bağlar ve küresel İslamcı tahayyüller bu vizyonun örnekleriydi. Her ne kadar bu enternasyonalist iddia zamanla aşınsa da dönemin aktörleri zamanın ruhunu aşmaya dönük bir küresel tasavvuru canlı tutuyordu.
Arap Baharı bu tahayyülün son büyük hamlesi oldu. Mısır’da Mursi’nin iktidara gelişi, Türkiye merkezli İslamcılık için bir tarihî meşruiyet anı gibi algılandı. Ancak Arap Baharı'nın uğradığı başarısızlık yalnızca bölgesel umutları değil Türkiye'nin kendi jeopolitik iddialarını da sarstı. Böylece Türkiye İslamcılığı hem bölgesel müttefiklerinden yalıtıldı hem de kendi içinde ideolojik sürekliliğini kaybederek kimlik krizine sürüklendi.
Peş peşe gelen başarısızlıklarla Katar’dan Ürdün’e, Mısır’dan Tunus’a kadar neredeyse bütün Orta Doğu ülkeleri siyasal İslamcılığı sahneden çekti. İhvan bağlantılı yapıların dağıtılması, Katar’ın desteğini çekmesi, Ürdün’de İhvan kadrolarının tasfiyesi ve Türkiye’deki ideolojik sönümlenme aynı çözülme senaryosunun farklı sahneleriydi. Bugün Filistin meselesi üzerinden yaşatılmaya çalışılan İslamcılık dahi özne olmaktan çıkmış, bölgesel çıkar hesaplarının dekoruna dönüşmüş durumda. Bir zamanlar küresel adalet arayışının taşıyıcısı olma iddiası taşıyan bu jeopolitik kimlik, artık yalnızca geçmişin ideallerine atıfla varlık göstermeye çalışan edilgen bir figür görünümü taşıyor.
Bu dramatik çözülmenin ardında AK Parti liderliğinin geçmişte sahip olduğu İslamcı enternasyonalist meşruiyeti yitirmiş olması da yatıyor. Her ne kadar post-İslamcı düzende yeni bir konum arayışı sürse de İslamcılık üzerinden güç devşirmiş bir liderin İslamcılığın tasfiye edildiği bir düzlemde sahici ve sürdürülebilir bir hikâye kurması neredeyse imkânsız görünüyor.
Milliyetçiliğe yaslandığında inandırıcı olamıyor, liberal açılımlara yöneldiğinde güven vermiyor. Her hamlede bir çapanoğlu aranıyor, otoriterliğe sarıldığında ise içeride de dışarıda da sabırlar tükeniyor. İçeride seçmen desteği iletişim hamleleriyle korunuyor görünse de dışarıda ideolojik evsizliğe düşmüş bir aktör var artık. Bu çözülme yalnızca Erdoğan’ın kişisel hikâyesi değil aynı zamanda AK Parti'nin yapısal dönüşümünün de bir yansıması. Zira AK Parti bugün bir ideolojinin taşıyıcısı değil iktidar çıkarlarının etrafında gevşek biçimde toplanmış bir koalisyona dönüşmüş durumda. Tutkalı yalnızca iktidar olan bir yapının, bu tutkal zayıfladığında çözülmeye başlaması kaçınılmaz. Bugün İslamcı, milliyetçi ve seküler unsurlar arasındaki gerilim partiyi savruk ve kimliksiz bir yapıya doğru sürüklüyor.
Türköne yazısında bu çöküşü doğru teşhis etmekle birlikte önemli bir eksiklik sergiliyor: İslamcılığın tasfiyesini yalnızca zamana ayak uyduramama gibi teknik bir adaptasyon meselesine indirgemesi... Oysa ortada yalnızca bir ideolojik çağdışılık değil hukuk devletine olan inancın azalması, özgürlüklerin boğulması ve bürokrasinin sadakat kartellerine teslim edilmesiyle derinleşen bir yapısal kriz var. Tasfiye edilen yalnızca bir tahayyül değil demokratik meşruiyetini yitirmiş bir yönetim anlayışı.
Türköne'nin yazısında eksik bırakılan bir diğer önemli örnek ise, Çözüm Süreci’nde iktidarın barış masasını ilkesel bir çözüm zemini değil, kendi iktidarını tahkim etmek için araçsallaştırdığı gerçeğidir. Bu süreç, başından itibaren AKP'nin iktidar gücünü pekiştirme saikiyle kurduğu bir masa olmuştu. Buna rağmen, nihai hedef -iktidarın çıkarlarıyla kesişerek- ülkenin huzur ve istikrarı için bir kapı aralayabilirdi. Ancak PKK, gerçek bir barış iradesi taşımayan, elindeki silahlı gücü artırmaya ve sahayı kontrol altına almaya yönelen bir örgüt olarak süreci istismar etti. Barış masasını bir müzakere zemini değil, askeri ve siyasi üstünlük kurma fırsatı olarak gördü. Bu nedenle bugün Çözüm Süreci’ne yeniden dönme fikri üzerinden bir iyimserlik inşa etmek, sahadaki temel gerçekleri göz ardı etmek olur. Şapkadan kuş çıkmayacak: değişmeyen bir yapının aynı şartlarda farklı bir sonuç üretmesini beklemek siyasi bir seraptır.
Dünya yeni bir düzene evrilirken Türkiye'ye de bölgesel düzlemde bir alan açılıyor. Ancak bu alan, büyük stratejilerin değil, büyük krizlerin ve bölgesel boşlukların ürünüdür. Türkiye, rakiplerinin hatalarından kısmi faydalar sağlıyor olsa da kalıcı güç üretimi için gereken kurumsal derinlikten, demokratik meşruiyetten ve hukuki güvenilirlikten yoksun. Bu yüzden karşı karşıya olduğumuz kriz basit bir yönetsel yetersizlikten ibaret değil; daha derin, daha varoluşsal bir ontolojik kırılmaya işaret ediyor.
İslamcılık merkezli jeopolitik kimlik artık ne içeride toplumsal bir karşılık üretebiliyor ne de dışarıda meşruiyet sağlayabiliyor. Bu temsil ve yön kaybı Türkiye'yi üç farklı güzergâh arasında savrulma riskiyle yüzleştiriyor: İlki devlet-milliyetçiliği eksenine kaymak ki bu yol, kapanmanın ve yalnızlaşmanın önünü açar. İkincisi pragmatik Batıcılık ki sahici bir dönüşüm ve kurumsal restorasyon olmaksızın yeni bağımlılık ilişkileri üretmekten öteye geçemez. Üçüncüsü ve en zoru ise kendi tarihsel hafızasını evrensel değerlerle sahici biçimde meczederek yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirebilmek. Fakat bu üçüncü yol yalnızca bir tercih değil aynı zamanda köklü bir zihniyet değişimini zorunlu hale getiriyor.
Nasıl ki AK Parti eski İslamcı enternasyonalizmin çöküşüyle yeni bir kimlik bulmakta zorlanıyorsa Türkiye de eski dünyaya ait ideolojik haritaların yıpranmasıyla yeni bir rota çizemiyor. Bugünün en büyük riski de burada aslen: İdeolojik boşluklar yalnızca bir pasif bekleyiş değildir aynı zamanda yeni otoriterliklerin ve sahte kimlik inşalarının doğumhanesidir.
Yeni bir dünya kurulurken boşlukta kalanlar kendi geleceklerini başkalarının kümelerine dâhil olmakta arıyor. Türkiye, eğer bu yeni düzende söz sahibi bir aktör olmak istiyorsa ideolojik kimliğini bir evrensel medeniyet tasavvuru etrafında yeniden inşa etmek zorunda ve bu da ancak adalet, özgürlük, çoğulculuk ve ahlaki sorumluluk gibi ilkeleri tarihsel hafızasıyla sahici biçimde meczedebildiği ölçüde mümkün olacak.














