Aşk olsun
Aşksız şiir olur mu? Ucu bucağı olmaz aşkın. Hiçbir yere sığmaz, ne aşıkın gövdesine, ne arza, ne semaya.
Hangi aştan bahsediyorsun?
Evvela, bildiğimiz aşk, kadının erkeğe, erkeğin kadına duyduğu aşk.
Kelimelere dökülünce kabalaşıyor sanki, sığlaşıyor.
Dökme kelimelere. Yerinde kalsın, nerede yanıyorsa, nerede tütüyorsa orada.
Şiiri alevlendiren, işte o aşktır diye düşünüyorum.
Kelimelere dökülünce sığlaşır, ama şiire dökülünce sığlaşmaz.
Türküye dökülünce, musikiye, resme, mimariye, hatta ibadete dökülünce sığlaşmaz.
Daha da yükselecekse, Leyla’ysa Leyla’dan, Şirin’se Şirin’den, içinize ve varlık aleminin hudutlarına doğru yükselir. Belki aşar da o hudutları.
‘Simurg’un sayfalarında dolaşırken bunu düşündüm.
Biraz ‘tahtında müstetir’ biraz çekinik miydi aşk?
Ama vardı. Olmasa şiir de olamazdı çünkü.
“Sen yoğ isen/Aşk olmaz/Ben ki tüterim aşikar bir ağuda/Seni sevmek, kaç kez ölmektir/Yüzyıllardır bir çığ altında?”
(Bu Simurg’da yoktu. Başka bir yerden buldum.)
Sonra bir daha baktım. Evet orada, daha ilk şiirde.
“Yar” diye başlıyor şiir.
“Yağmuru düşün/Topraktan önce yüzümüze düşen/Yüzümüzü çizik çizik eden/Keman hüznü o ince konuğu”
İlk intibaımı geri aldım.
Ne Simurg’u? Diye sormakta haklısınız.
İsmail Karakurt’un Simurg’u.
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın ‘Öğretmen Yazarlar Serisi’nden çıkmış, neredeyse 30 yıl önce.
Ve daha o günlerde bana kadar ulaşmış.
“Çiçekli Yazma” yeni sayılır. Sağ olsun, 2018’de imzalamış, göndermiş. (Hece)
Elime geçtiği günlerde okumuştum. Yazmak bugüne kısmetmiş.
İsmail’le birbirimizin içini görecek kadar hemhal olduğumuzu söyleyemem.
Kuşak farkı bir sebep olarak zikredilebilir.
Ama mazimiz var. Çünkü Kayıtlar’dan hatırlıyorum şiirini.
Şiirden nasibiniz varsa, bir şairle kendi başınıza hemhal olabilirsiniz.
Ben de öyle yaptım.
Çiçekli Yazma’nın ilk sayfalarındaki Münacaat, hemen ardından gelen “Gülün Çevresine Naat” kimlik kartı gibi.
“Kudüs(ün üstü pus/Bağdat’ın kubbeleri alev/Acılarına geçit olamadığım Kerkük/Doğu Türkistan uzak, üşüyen yanımız/On yedi savaş yarası kadınlar/Yıldızı hiç gülmemiş çocuklar/Ne çok savaş/Yeryüzü ne çok kan
Sen büyüksün rabbül alemin”
Bunlara bir de “Bir yalnızlık bir Ali/İçsen zehir, dönsen kemik/Onyedisini sunan ölüme/Toprağa bulanmış bir Ali”yi ekleyelim.
Peygamberimiz’in seslenişiyle, “Ya Ebu Turab.”
Çiçekler arasında bir şair, İsmail Karakurt. Kitabının adı bile çiçekli. Ve o çiçeklerde aşkın izleri.
“Sahaflara adanmış kitaplarda/Çiçekler kuruttum adem kızlarına.”
“Çiçeklenmiş o parmakları/Kanımı köpürten bir delilikle öptüm/Bağrıma bastım oyy, uçlarından yine öptüm/Aşkla ve uzun tutuşla öptüm”
Aşk arıyordun, işte aşk!
Şu da güzel:
“Tozlu pencerelerin ucunda/Küpeçiçeklerinin haber beklemesi”
Ve devam ediyor:
“Hiçbir ceylan güzel değil, olamaz da/Onda seni bulduğumdan bunca güzelliği”
“Senin için ne mi yapabilirdim/Vurulmayı göze alırdım mesela/Avcının yazgısında ceylana av olmak varsa/Avlanırdım ben sana bütün yüz yıllar”
(‘Bütün yüz yıllar’a takıldığımı söylemesem olmaz.)
“Yarası olan kalp bazen unutsa da/Bir penceredir yara, kendisine bakacağı”
Öyle midir?
Öyledir.
İsmail, şu içinden geçtiğimiz günleri de ihmal etmemiş. Hece’nin Nisan sayısında insanlığı dört duvar arasına hapseden Korona günlerini de yazmış. Şöyle bitiyor şiiri:
“Ta on üçüncü yüz yıldan görmüş koca yunus, içimize döndüğümüz günleri/Bir sinek bir kartalı kaldırıp urdu yire/Yalan değül gerçekdür, ben de gördüm tozunu”
Tabii benim kelimelere döktüğüm, denizden bir katre.
Ama her halde İsmail Karakurt’un şiiriyle bir alış-verişim olduğunu anlatmak için kafi gelir.