‘Marjinal’ olmaktan şikayetçi değilim
Suriye, şu adı batasıca savaştan önce yolumun sıkça uğradığı ülkelerden biriydi. Belki 10’u bulmamıştır gidiş gelişlerim, ama yaklaşmıştır.
Halep’in, Şam’ın kahvelerinde oturdum, çarşılarında dolaştım. Sevdim bu şehirleri. Diyarbakır’ı, Antep’i, Urfa’yı sevdiğim gibi sevdim.
İnsanını mutedil buldum. Sakin, muhabbetli.
Dükkan önlerinde tavla oynayan, dama oynayan veya duvara yaslanmış oturan adamlarla sohbet ettim. Sokak aralarında birbirlerinin bisikletini iten çocuklara takıldım.
O insanlar ayrı ayrı hatırıma geliyor. Bazılarının fotoğraflarını çektim.
Şu iki çocuk, birisinin üç tekerlekli bisikleti var, öteki itiyor. Halep’in arka sokaklarında.
Kaç sene oldu, büyümüşlerdir, delikanlı olmuşlardır. Eğer öldürülmediyseler.
Kapalıçarşı’daki dükkanlar duruyor mu yerli yerinde?
Dükkanın kapısında birer tabureye oturmuş iki ihtiyara yine gitsem, rastlar mıyım?
Yok, gitmem artık.
O kadar insanın varil bombalarıyla, topla, tüfekle öldürüldüğü sokaklarda, savaş bitse, sulh olsa bile artık dolaşamam.
Savaş çıkınca, Beşar Esat (veya Esed) yüz binlerce Suriyeli’yi katletmeye başlayınca o insanlar çevrelerindeki ülkelere sığındılar.
Lübnan’a ne kadar sığınacaksın? Derdi kendi başından aşıyor.
Irak da belalı yer.
Ürdün’e gidebilirsin, gidebildiğin kadar.
Bir de Türkiye var, hemen sınırda.
Onlar da öyle yaptılar. Ürdün’e gittiler, Türkiye’ye geldiler.
Ne yapsınlar? Esat’ın askerleri öldürmekte sınır tanımıyor.
Sivil, kadın, çoluk, çocuk, ihtiyar umurlarında değil.
Bir milyonunu öldürdü. Bulsa yine öldürür. Zaten bulabildiğini öldürüyor.
Ölmemek için kaçarsın. Karım ölmesin diye, çocuklarım ölmesin diye, onların da iyi kötü, yoksul varsıl, artık nasiplerinde ne varsa, bir hayatları olsun diye, kaçarsın.
Kelimelerin en açık olanını kullandım. ‘Kaçmak.’
Göçersin, hicret edersin, iltica edersin. Eh, bunların hepsi bir çeşit kaçmaktır.
Başka ne yapabilirsin ki?
Niye savaşmıyorlar? Kalsınlar ülkelerinde savaşsınlar?
Kiminle savaşacaklar? İnsan, savaşmamayı niye tercih edemesin?
Ah, bizler, hepimiz kahramanlarız, savaşırız, ölürüz, öldürürüz!
Vardır mutlaka böyleleri. Hele de tuzun kuruysa, sallarsın ileri geri.
Seni hiç öldürdüler mi?
Bebeğinin cesedi sahile vuran Suriyeli babayla empati yapabilir misin? Bir an olsun onun acısını içinde hissedebilir misin?
Burada büyük güçlerin, ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın, Fransa’nın, Türkiye’nin sorumluluğunu görmemize mani bir durum yok.
Geldiler, Arap Baharı dediler, Yeni Dünya Düzeni dediler, berbat ettiler Ortadoğu’yu.
Evet, sorumsuzluktu. Evet, acımasızlıktı. Zulümdü.
Ne Müslümanlığa sığardı, ne başka bir dine, ne dinsizliğe.
Ve insanlar, evlerini ocaklarını terk etti. Gelip sığındılar.
Dini dinsizliği bir kenara bırakalım. Soğuk bir metne, BM sözleşmesine bakalım.
Kimdir sığınmacı?
“Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan” insanlar.
Korkuyorlar işte, ne yapsınlar?
Onların gelişlerini bir düzene sokmanın yolunu ararsın.
Memleketin asayişini, ekonomisini bozmamaları için tedbirler alırsın.
Kriminal bir toplum değiller. Suriyeli göçmenlerin suç oranları bizim ortalamamızdan düşük. Binde 8’e binde 4.
Ama yine de gelişlerini gidişlerini kayıt altına alırsın, kendi vatandaşının emniyetini gözetirsin.
Biliyorum, çoğunluk Suriyeliler ya da Afganlılar hakkında düşünürken başka bir yol izliyor.
‘Öteki’ onlar. Yabancı, başkası.
‘Öteki’ gözümüze batar.
Gitsinler.
Niye çocuk yapıyorlar? Niye plaja gidiyorlar?
Bolu’nun belediye başkanı suyu Suriyelilere 10 kat pahalı satacağım demiş mesela.
Destekleyeni de çok.
Bu konuda çoğunluktan ayrıldığımın farkındayım.
Evet, istiyorum Suriye’nin sulh olmasını.
Suriyelilerin memleketlerine dönmelerini de istiyorum. İnşallah oralara hiç olmazsa asgari şartlarda bir sükunet, bir barış gelir de dönerler.
Türkiye’nin iyi olmasını nasıl istiyorsam Suriye’nin veya başka bir ülkenin iyi olmasını da istiyorum.
Eğer ‘marjinal’ oluyorsam böyle düşünerek, marjinal olmaktan da şikayetçi değilim.