Şizofren laikliğin bize ettikleri
Şizofren’ bir laiklikten söz etmiştim, birkaç ay önce. En basit ve en yaygın şekliyle, ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak tarif edilen laiklikten farklı bir şeydi bu.
Müslümansın. Müslüman olmayı kendi kimliğinin en önemli vasfı olarak görüyorsun. Sorulduğu zaman bunu söylüyorsun. Ama her haltı yiyorsun.
Bunu nasıl başarıyorsun?
Kendi hayatını bölerek.
Namazını kılıyorsun, biraz sonra devletten iş alabilmek için rüşvet vermeye gidiyorsun.
Rüşvet dümdüz rüşvet olmayabiliyor.
Devletin bir yetkilisini aldığın ihaleye ortak ediyorsun mesela.
Senin yanına iş yapmayan bir iş adamını veriyor. O hiç iş yapmadan işe ortak oluyor. İş bittiğinde ödenen paranın bir kısmını o iş yapmayan ortak üzerinden devlet yetkilisiyle paylaşıyorsun.
Arkasından, “Hamdolsun, bu işi de bitirdik” diyorsun. Belki de Allahu Te’ala’ya hamd ettiğini sanıyorsun.
Buna benzer ilişkiler.
Adam kayırırken, torpil yaparken, adaletsizlik yaparken, yalan söylerken, iftira atarken, trollük yaparken de böyle yapıyorsun.
Bir taraftan da Müslümansın.
Hayatını, iç dünyanı, vicdanını, kimliğini ikiye bölüyorsun.
Kimliklerden birinin dinle, Kur’an-ı Kerim’le, hayır hasenatla uğraşmasına izin veriyorsun.
İkinci kimliğini dünyevi işlere tahsis ediyorsun.
İkinci kimliğinle haram, helal, her şeyi yiyebiliyorsun. Kul hakkı, rüşvet, irtikap, haksızlık, hepsi serbest.
Kimliğimizin ‘dindar’ tarafı hiçbir işine karışmıyor. Hatta bazen ‘sen yemesen başkası yiyecek’ diye seni teşvik ediyor.
Birbirine tamamen kapalı, birbiriyle irtibatsız iki hüviyetten söz etmiyoruz.
İki kimliğin birbiriyle yardımlaştığı alanlar var.
Bir tarafımız vatan, millet, sakarya, bir tarafımız mürtekip.
Ama dünyevi işlerimize çok yarıyor vatan, millet, sakarya.
Kötülüklerimizi onunla örtebiliyoruz.
Siyasetimizi onunla süsleyebiliyoruz.
Bir de umreye gidelim, dökülsün cümle irtikaplar misli hazan.
Bu kendi içinde ikiye bölünmüş, parçalanmış kimlik son devrin karakterini yansıtıyor.
‘Dindar olmak ahlaklı olmayı gerektirir mi’ sorusunun cevabı da aslında bu parçalanmış kimlikle ilgili.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu birkaç yıl önce verdiği konferansta bu soruya ‘gerektirmez’ cevabı verenlerin oranının yüzde 70 olmasına ‘içinin burkulduğunu’ söylemişti.
“Müslümanlıkla ahlak birbirinden ayrıldı” diyordu.
Deizmin gençler arasında -şimdi belki orta yaşlılar arasında da- yaygınlaştığına dair söylemlerin arkasında da bu ‘şizofren laiklik’in bizi soktuğu hallerin olduğunu düşünebiliriz.
Adam hem Müslüman, hem her haltı karıştırıyor. Öyleyse niye Müslüman olasın ki? Deist olursun. Kendinle daha barışık yaşarsın.
Bu kişilik parçalanmışlığı muhtemelen bütün çağlarda vardı.
Şimdi daha yaygın görülmesinin, ayyuka çıkmasının dini referanslı bir siyasetin başat olmasıyla muhakkak ilgisi var.
Sınanmadan önce ahlaklı, dürüst, güvenilir, adil olduğu varsayılan bir zümre sınanınca kendisine atfedilen bütün iyi vasıflarla ters düştü.
Bir ümit olarak doğdu, bir hayal kırıklığına tahavvül etti.
Sınavı kaybettik.
Biletimiz yandı.
Böyle bir karamsarlık benim dünyamda var.
Artık Müslümanlığa dair ne söylersen söyle, milletin bir kulağından girip öteki kulağından çıkıyor.
Dünyada da sıfırı tükettik. Müslümanlar olarak doğuda, batıda yüz ağartacak bir işimiz yok.
Deniz bitti, karaya oturduk.
Karamsarlığın derinleştiği noktada bir itiraz.
Böyle bitemez. Bir çıkış yolu olmalı.
Bu itirazın varlığından şikayetçi değilim. Hatta tutunabildiğim kadar tutunuyorum bu itiraza.
Çok kuvvetli olmamakla birlikte bir hayat belirtisi.
Bu yüzden, ümitten yana bir ses, bir ışık gördüğüm zaman lakayt kalmamaya, kulak vermeye çalışıyorum.
Wadah Khanfar’ın ‘İlk Bahar’ında ümide dair işaretler gördüm. (Vadi Yayınları.)
Bir çeşit siyer kitabıydı.
Siyer kitabına ‘İlk Bahar’ adı veriyorsan bir başka bahara da işaret ediyor olabilirsin.
Kitapta ne gördüğümü müsaadenizle bir sonraki yazımda anlatayım.
Yalnız, beklentiyi yükseltmeyelim.
Bir reçete yok.