Sultanın çeşmesinden su içmeyen derviş
Bir genç, haccederken bir ‘ah’ edip ölmüş. Süfyan-ı Sevri onun ruhuna hitaben “Dört hac yaptım, bunları sana bağışlıyorum, sen de şu ‘ah’ını bana verir misin” diye sormuş. Genç de kabul etmiş, “Verdim gitti” demiş. (Tezkiretü’l Evliya, Feridüddin Attar, Süleyman Uludağ çevirisi, Kabalcı.)
Burada bir incelik var. Ruhun kemaliyle, insanın Cenab-ı Rabbül alemine karşı içtenliğiyle ilgili bir incelik.
Rivayette anlatılanlar vaki olmamışsa bile sözünü ettiğimiz ‘incelik’ vaki olmuş.
Bir ‘ah’ın bir yığın laftan, gevezelikten, va’z ü nasihatten, içi boş, hissiz taatten hatta bu rivayetteki gibi güzelce eda edilmiş hacdan kıymetli olduğu düşünülmüş ve söylenmiş.
O gece rüyasında Süfyan-ı Sevri’ye diyorlar ki… “Kar ettin, haydi bakalım, bunu tüm Arafat’takilere bölüştürsen hepsi zengin olur.”
Bu inceliğin tafsilatına fıkıhta rastlamanız zordur.
“Huşu”dan “İhlas”tan söz edilir. Ama bunu mesela namazın şartları ve rükünleri sayılırken bulamazsınız.
Böyle incelikleri sonradan ‘tasavvuf’ diye adlandırılan ruh terbiyesi geleneğinin içinde bulabilirsiniz.
İnsanın içine doğru derinleşmesi.
Belki sonradan ‘Seyr-i İlallah’ diye adlandırılan yolculuk böyle bir şeydir.
Zikir, yani anma, zahirde halkla batında Hak’la beraber olma, tefekkür, çile…
Belki bir kısmını civar medeniyetlerden aldılar.
Ama Hz. Ebubekir ve Hz. Ali üzerinden Peygamberimizle irtibatını da tesis ettiler. (Cehri ve hafi zikirle ilgili rivayetlerin muteber hadis mecmualarında yer almadığı söyleniyor.)
Bir ‘fena’ kültürü, ‘masiva’dan uzaklaşma ‘hakikat’e yönelme cehdi.
Siyasetçiler kendi ‘beka’ları için, muhtemelen çok faydacı, kullanılmaya çok müsait, çok sathi bir dini tercih ederlerdi.
İşlerine yarayanı teşvik edip istismar edemediklerini izale etme eğilimleri tarih boyunca hiç eksik olmadı.
Bütün dinlerin doğuştaki berraklıklarından uzaklaşma hikayesinde iktidarların rolü büyüktür.
Siyaset hallaç pamuğu gibi atıyordu insanları. (Şimdi de öyle.)
Kavgalar, facialar, kan gövdeyi götürüyordu.
Böyle bir ortamda bir kaçış mıydı sufilerin tercih ettikleri?
Veya tamamen hakikate delalet eden bir tecrübe.
Nasıl yorumlarsanız yorumlayın tasavvuf bizim dünyamıza daha çok derinleşmeyle izah edebileceğimiz yeni bir boyut getirdi.
Tarih içinde aldığı şekiller, iktidarlarla girdikleri ilişkiler, Peygamberimiz’in ve ashabının hayatlarında bile görmediğimiz türden harikulade haller, kimi akımların İblis’e bile rütbe vermeleri, bir kula izafe edilemeyecek vasıfların meşayihe yakıştırılması veya keramet içerikli menkıbeler tartışma konusu yapılabilir.
Gerçek mi o haller? Yaşanmış mı o menkıbeler?
Mesela Rabiatü’l Adeviyye hacca giderken Kabe yola çıkmış Rabia’yı karşılamış.
Rabia Kabe’nin kendisini karşıladığını görünce “Ben bu evi ne yapayım, bana bu evin sahibi gerek” demiş.
O sırada İbrahim b. Edhem her adım başında iki rekat namaz kıla kıla 40 yılda Mekke’ye ulaşmış, bakmış Kabe yerinde yok.
Bir nida gelmiş. “Kabe Rabia’yı karşılamaya gitti.”
İmkan dahilinde olup olmadığına bakmaksızın o anlatımlardan nasıl bir sonuç çıkarmak gerektiğine, ‘evin sahibi’ fikrine odaklanabilirsiniz.
Ya da olmaz böyle şey dersiniz. Kimi ulema ve fukaha demiş zaman içinde.
Veya mühimsemezsiniz, zira aynı sufi geleneği gerçek bir sakınmanın bütün harikuladeliklerden kıymetli olduğu, keşif ve keramet gibi hallerle amel etmenin caiz olmadığı bilgisini de içeriyor.
Şu da bir menkıbe.
Bişr-i Hafi helalliği şüpheli parayla akıtıldığını düşünerek sultanların yaptırdığı çeşmelerden hiç su içmemiş.
Var mı şimdi sultanın çeşmesinden akan suyu sorgulayan?
Birinci kategorideki menkıbelere mesafeli durmak istiyorsan camiye giderken yorulup duvarına yaslandığı Mecusi’den helallik isteyen Bayezid’i Bestami’ye muhabbet duyabilirsin.
Ya da “Benim böyle şeylere ihtiyacım yok” dersin.
Öte yandan bu olağanüstülüklerin halk arasında bir cazibesi var.
Olağan olduğunu düşündüğümüz birçok ‘vaka-yı adiye’nin, bir çiçeğin açmasının, gülün güzel kokular neşretmesinin, suyun akmasının, Allah’ın verdiği nimetlerin lezzetinin, insandaki o lezzeti hissetme kabiliyetinin ve daha sayısız güzelliğin olağanüstülüğü ‘ayet’ olarak kafi değilmiş gibi insanları ille suyun üstünde yürütmek, semada cevelan ettirmek isteyenler hiç eksik değil.
Dönüşmüş, değişmiş, yer yer yüzeyselleşmiş olsa da bu alemin ortasında her zaman temiz kalması mümkün bir öz, bir cevher olabileceği ve o temizliğin bugüne kadar ulaştığı düşünülebilir.
Bu kıssalar, menkıbeler aynı zamanda kültürümüzün bir parçası. O dünyayla biraz meşgul olmak istiyorum. Bugün başlamış olalım.