Türkçenin en büyük şairi kimdir?
Bugün Sezai Karakoç’un civarından uzaklaşamadım.
Üç yıl önce Üstad’ın şiirine ve düşüncesine dair birbiri ardınca 4-5 yazı yazmıştım. Onların ilkini yeniden arz etmek istiyorum. (13 Ocak 2018.)
“Ben güneyli çocuk, arkadaşım ben güneyli çocuk.
Günahlarım kadar ömrüm vardır.”
Mehmet Akif, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Orhan Veli, Fazıl Hüsnü, Cahit Sıtkı, Ümit Yaşar hatta Arif Nihat Asya... Bunları ve belki birkaç şairi daha biliyordum.
‘Şiir ülkem’ bunun kadar veya bundan biraz daha genişti...
Yukarıdaki mısralar o zamana kadar bildiğim, keşfedilmiş ‘şiir ülkesi’nin dışına ilk çıkışımı işaretleyen mısralardır.
Ben de güneyliyim. Türkiye’nin kuzeyindenim ama, Kuzey’in güneyindenim.
Benim de günahlarım kadar ömrüm var.
Şiiri, ‘Kafiyeli şiir, hece vezniyle yazılan şiir, aruz vezniyle yazılan şiir” tanımlarının dışında tarif edemeyen okul öğretmenlerinin çizdiği hudutların dışına çıkmıştım.
‘Vezin yok, kafiye yok, öyle şiiri babam da yazar’ cahilliği var ya.
Bakıyorsun, kıta kıta, mısralar aynı hizada bitiyorsa yani blok oluşturuyorsa... Mısraların son heceleri de farklı anlamlar içermekle birlikte aynı sesle bitiyorsa, şiirdir. Yoksa değildir.
Ama bunlar laf değil. Başka bir şey.
Söylediğim zaman... Okuduğum zaman, hançeremden çıkan harfler, kelimeler, mısralar, ‘laf’ın ifade edebileceğinden çok daha fazlasını ifade ediyor.
Bu, şiir.
Beni içine çeken...
Beni içime çeken bir şiir.
Sezai Karakoç’un şiirleri yanımda, elimin altında. Ama, işte, yazmaya yeni başladım ve kitabı açmadım.
40 küsur yıl önce okuduğum haliyle okuyorum. O gün kafama nasıl yazıldıysa, o yazıyı okuyorum.
“Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı/Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum/Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın/Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum/Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum/Seni süt içmeye çağırıyorum parmaklarımdan/Kara yılan kara yılan kara yılan kara yılan.”
Sonra?
Sonra bizim kızımız. Tunuslu kız. Ve Ali. Ve Süleyman.
Biz hepimiz ya Tunuslu kızız, ya Ali, ya Süleyman.
‘Fransız’ değiliz ve olmayacağız.
“Sizin defolup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor.
Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz
Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz”
‘Ötesini söylemeyeceğim.’ Şiirin altındaki tarih 1953.
1953’te, Türkiye’de kim yazar Fransız işgali altındaki Tunus’u? Sezai Karakoç’tan başka?
Şiirinden önce birkaç kitabını okumuştum.
‘Çağ ve İlham’ı... Biri de Gündönümü olabilir... Geçmiş zaman.
Okudukça, kendi içimde bir basamak yükseldiğimi hissediyordum.
‘Yükselmek?’
Bugünün lügatiyle kötü bir kelime. ‘Üstün’lük çağrışımı yapıyor.
Halbuki öyle değil. Başkalarına nispetle yükselmiyorsun. Sana bir şey katıldığını hissediyorsun.
‘Yükselmek’ tuhaf kaçıyorsa, yerine ‘derinleşme’yi koy, fazla yüksek olmasın.
Bu kitaplar ve bu mısralar bir başlangıç noktasıydı.
Yakalanmıştım.
Hayatta yakalandığım en güzel, en doğru şeylerden birine yakalanmıştım.
Kaç kere doğarsın hayatta?
Yani kaç ‘milat’ın olur?
Benim milatlarımdan biri budur.
İşte böyle tanıştım Sezai Karakoç şiiriyle.
Bu sütunda, kendi hayatımdaki ‘şiir’i veya yalınkat söyleyeyim şiirle ilişkimi yazmaya başlayalı beri, birkaç büyük şairin “Türkçe’nin en büyük şairi kimdir’ sorusunun cevabı” olabileceğini yazmıştım.
Eski şiirimizi, şiirin eski büyüklerini dahil etmiyordum elbette bu soruya.
Yüz yıllık bir soru olsun.
Şimdi, benden sübjektiflik bekleyin.
‘Türkçenin en büyük şairi kimdir’ sorusuna benim, kendim için vereceğim cevap Sezai Karakoç’tur.
En son söyleyeceğimi en başta mı söyledim?
Olabilir, tercih meselesi.”
(Müteakip yazılarda meramımı anlattım. Necip Fazıl da Nazım Hikmet de, Yahya Kemal de “En büyük şairimiz kim?” sorusunun münasip cevaplarıdır. Benim cevabım Sezai Karakoç’tu. Hala da odur.)