Yarım doktorlar, yarım hocalar
Okulların bizi tek-tipleştirmesi, birbirimize benzetmesi artık eskisi kadar sorun değil.
Biz kendi kendimize tek-tipleşebiliyoruz.
Şimdilik görünüşümüzde bir değişiklik yok. Ağzımız, burnumuz, gözümüz kulağımız hemen hemen aynı.
Fakat davranışlarımız değişiyor.
Bir ekrana, bir telefona, saatlerce bakabiliyoruz. Orada konuşuyoruz, orada yaşıyoruz, orada yazıp çiziyoruz...
Hadi bunları bir tarafa bırakalım, bir ihtimal lüzumlu şeylerdir. Ama bununla kalmıyoruz, orada gülüyoruz, orada ağlıyoruz, orada öfkeleniyoruz, orada seviyoruz, orada evleniyoruz, orada küsüyoruz, orada barışıyoruz.
İleride, sürekli ekrana bakmaktan dolayı gözlerimizde başka bir şekle girebilir.
Dokunmatik ekranlarımıza sürekli dokunmaktan dolayı parmaklarımızda fiziksel değişiklikler olabilir. Ya da ellerimizde.
Böyle bir durumda, okul, insan insana iletişime zemin sağladığı için insani bir ortam bile sayılır.
Şimdi yok okul.
Salgın hastalık iki yıl boyunca okulları tatil etti.
Öğretmenler internet üzerinden ders veriyor.
Milli Eğitim’in ‘EBA’ ağı dersleri evlere taşıdı.
Okulsuz yaşıyoruz.
İmtihan neredeyse yok.
Sınıfta kalma da yok.
60-70 kişilik sınıflardan kimse bahsedemez artık. Öğrenci, evinde tek kişi.
Al sana ‘okulsuz toplum.’
Belki İvan İllich’in ‘Okulsuz Toplum’u değil, ama okulsuz toplum işte!
Eğitim sistemimizdeki arızalara, müfredatın, öğretmen eğitiminin, öğretmen sayısının vesairenin yetersizliğine bakarak “İyi işte, bütün sorunlardan kurtulduk” demek mümkün.
Protest bir tarzınız varsa sevinebilirsiniz bile. İşte, çocuğunuz sizin elinizde, istediğiniz eğitimi verin.
ABD, Kanada, Norveç gibi ülkelerde çocuğunuza evden eğitim verebiliyorsunuz ve eğitim sistemi buna izin veriyor. (ABD’de 5-17 yaş arasında evde eğitim gören çocukların sayısı 1 milyon 96 bin. 2003 yılı verisi.)
Siz de öyle yapın.
Kaç kişi öyle yapsın? Hem zihnen hem de evde eğitimi sağlayacak organizasyonu yapma kapasitesine sahip kaç kişi var öyle yapabilecek?
Çocuğuna bizzat eğitim verecek, gerekirse hoca tutup evde ders verdirebilecek?
Yeteri kadar eğitimli ve yeteri kadar müsait vakti olan?
Ya çok az var, ya hiç yok.
Demek ki okulsuz eğitim bizim için muhal.
Okul yoksa, sınıfta kalma da yoksa, ne oldu bu iki senede eğitim sistemimiz?
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk göreve geldiği günlerde ümit vermişti.
Yarınki dünyaya hazırlanmamız gerektiğini söylüyordu. Bakış açısı doğruydu.
Tatillerin yerlerinde bazı değişiklikler yaptı. Birkaç rötuş. Acaba daha ne yapacak, daha neleri değiştirecek diye beklerken...
Salgın hastalık kendi ‘reform’unu yaptı, okullar kapandı.
Milli eğitim bakanını ‘reform yapmadı’ diye eleştirmenin zemini ortadan kalktı.
Şu anda, ana okullarından üniversitelere kadar bütün eğitim sistemimizde doldurmayı planlamaktan bile epeyce uzak olduğumuz iki senelik bir boşluk var.
Yarım doktorlar, yarım hemşireler, yarım hocalar, yarım öğretmenler, yetiştirdiğimiz bir boşluk.
Mamafih biz, hukuk fakültelerine ilahiyatçı dekan atamayı sorun olarak görmenin ihanet sayıldığı bir ülkeyiz.
“Ben daha çok cahil, okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Bizde okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor.”
Bu cümleyi söyleyen, Türkiye’deki bir üniversitenin profesör ünvanlı rektör yardımcısı.
Rektör olmak için 3 yıl profesör olarak görev yapma şartını, Cerrahpaşa’ya rektör atarken kararnameyle 5 günlüğüne kaldıran da bizim sistemimiz.
Belki de maksada uygundur, iyi bir şeydir bu boşluk. Sorun değildir, ben abartıyorumdur.
Şimdi fark etmeyebiliriz, ya da umursamayabiliriz.
Ama, yarım doktorlarla, yarım hocalarla bir gün öderiz iki senelik boşluğun faturasını.