Lisânı kaba Türkçe olan padişah

Hakan Erdem

Osmanlı İmparatorluğu’nda III. Mehmed’den itibaren şehzadelerin sancağa çıkarılması yerine “kafes” uygulamasına geçilmesi “kardeş katli”nin de bırakıldığı anlamına gelmiyordu. Bilakis, Topkapı Saray’ında, kısıtlı bir alanda ev hapsinde tutulan şehzadeler veya bir süre padişahlık yaptıktan sonra tahttan indirilen ve yeniden kafese kapatılan eski padişahlar arasında, tahttaki padişah tarafından öldürtülenlerin sayısı hiç de az değildir. III. Selim, tahttan indirildikten sonra, Alemdar Mustafa Paşa sarayı basıp onu yeniden tahta çıkarmak istediği esnada, kuzeni IV. Mustafa’nın emriyle kafeste öldürüldüğü gibi, IV. Mustafa da, 16 Kasım 1808’de, kardeşi II. Mahmud tarafından, Alemdar’a karşı olan yeniçeri ayaklanması sırasında öldürtülmüştü. Aslında, IV. Mustafa, kafeste öldürülen son Osmanlı hanedan üyesidir ve o tarihte henüz bir şehzadesi olmayan II. Mahmud, Osmanlı hanedanının devamı açısından büyük bir risk almıştı…

Kafes hayatının, sıkça söylendiği gibi, bu hayata maruz kalanlar üzerinde travmatik bir etkisi olduğuna dair işaretler ve anekdotlar çoktur. Esasen, kapalı ve dar bir mekânda ne zaman ve ne şekilde biteceği belirsiz bir şekilde hapis hayatı yaşamanın, yaşayanlar üzerindeki etkisinin olumlu olmayacağını kolayca söyleyebiliriz. İhtimaller de çok değil, üçtü ama herhâlde bu kadarı kafes sakininin hayatını ve ruh sağlığını altüst etmeye yetiyordu. Şöyle ki, bir kafes sakini, bulunduğu daireden padişah olarak çıkarılabilirdi, orada öldürülebilirdi veya kafeste bulunan ama kendisinden daha “ekber ve erşed” olan başka bir şehzadenin tahta çıkarılmasıyla endişeli bekleme devam ederdi.

Burası böyle, ama maalesef kafeste yaşayanların hayatları üzerine kalın bir örtü örtülmüş gibidir. Arşiv belgelerine yansıyan bazı perakende bilgiler ve kroniklerde yer alan çoğu anekdotal seviyede bazı kayıtlar dışında kafes hayatının günlük ritimleri ve sıkıntıları hakkında fazla bir şey bilmiyoruz desek yeridir. Osmanlı hanedanı üyeleri arasında günlük tutmak veya hatırat yazmak gibi bir âdet olmadığı için bilgi eksiğimizi bu şekilde de gideremiyoruz. Yalnız, III. Selim açısından, kafesteyken “İlhâmî” mahlasıyla bir divan dolduracak kadar şiir yazdığı için yine de şanslı sayılırız.

III. Selim’in 1802 yılında psikolojik bir kriz yaşadığı yolunda, Vakanüvis Âsım Efendi’den kaynaklanan “haberlerin” peşindeyiz ve bu konuda Selim’in kendi kaleminden çıkma herhangi bir ipucu var mı diye bakacağız. Âsım, hem, devlet adamlarının padişaha bir cin tutması iftirası attıklarını söylüyor, hem de yine aynı kişilerin yaptırdığı büyüler nedeniyle padişahın onlara asla direnemez bir durumda olduğunu söyleyerek bir bakıma, Selim cephesinde işlerin yolunda gitmediği temasını işliyordu. Ona göre, Selim’in yakın çevresindeki kişiler, Cebriyye, Kaderiyye ve Hululî diye adlandırdığı ve mülhit ve zındık olarak nitelendirdiği tarikatlara bağlıymış. Âsım’ın “sapkın tarikatlar” listesi uzundur, metnin başka yerlerinde bu yukarıdakilere Kalenderîye, Dehriyye ve Mu‘attıla’yı da ekliyor. III. Selim ise yakınlarına güveniyor, onların getirdiği, garip ilimlerle uğraşan Hintli ve Mağriplilere ihsanlarda bulunuyormuş.

Evet, Âsım, önemli bir kaynaktır ama bu söylediklerini gerçeğin ta kendisi olarak almamız da gerekmiyor. Âsım’ın, Selim’in çevresine dinî sapkınlık isnadının büyük oranda onun Nizam-ı Cedid karşıtlığından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Başka bir deyişle Âsım’ın temel kaygısı, III. Selim zamanında saray çevrelerinin bir inanç manzarasını vermekten ziyade, siyaseten karşı olduğu kişilere hakaret etmek olabilir. Buradaki kritik bilgi parçası ise Âsım’ın bu suçlamaları, III. Selim devri ihtilalle kapandıktan sonra yapmış olmasıdır. Bu satırları yazarken tahtta olan II. Mahmud’u da “saf yaradılışlı mümin ve temiz inançlı sünnî” (mü’min-i sâfî-nihâd ve sünnî-i pâk-i‘tikad) olarak nitelemesi de aynı mantıkla açıklanabilir. II. Mahmud, şeriat konusunda bilgili, âlim, dindar, ulemaya “samimî teveccüh ve rağbet” buyuran bir padişah olduğu için zamanında mülhitler azalmış (melâhide taifesine tedenni ve kıllet gelmeğin). Mahmud zamanında “mülhitler” mi azalmış, yoksa tahttaki padişaha övgü berdevam mı diye sorabiliriz ama tarafgirliği aşikâr bir kaynaktan da gelse, tarihçiler olarak gelen veriyi yok sayamayız, ancak eleştiriye tabi tutarız.

Âsım’ın çizdiği III. Selim portresi tabii ki sadece çeşitli “sapkın tarikatlara” itibar eden, büyü altındaki bir hükümdardan çok daha fazlasıdır. III. Selim’in adı gibi halim selim, hassas fakat değişken huylu / kararsız (mütelevvin) olduğu görüşlerini de büyük oranda ona borçluyuz. Bu portrenin ayrıntılı bir analiz veya eleştirisine şimdi girmeyelim ama tarihçi, III. Selim’in kendisini “cihangir” ve “müceddid” olarak gördüğünü de söylüyor. Burası, konumuz açısından önemli olabilir.

Saltanat şarabının etkisiyle keyifli olan Selim’in hükümdarlığının başlarıymış. Güzel eserlere ve menkıbelere eğilimli olan sultan yenilikler çıkarmak istiyormuş, duyulmadık işitilmedik yeniliklere düşkünmüş (ihtirâ‘-ı nevâdir-i turfa-disâra şifte-dil). Fıtratında yiğitlik mayası olduğundan da cihangirlik hevesi varmış. Dolayısıyla, cehennemin alt taraflarında oturmaya lâyık ve önünü ardını düşünmez cinsten olan cahil adamları daima dalkavukluk yaparak ve yoluna, huyuna giderek Selim’i aldatıyor, isteklendiriyormuş. Kimi “Kaimî manzumesinden ve kimi cifr-i kebir-i Şeyh-i Ekber’den” kimi de başka keşif ehlinden müjdeler vererek padişahın “müceddid-i din ü saltanat” olacağını ispatlamaya çalışıyormuş. Bunlar, zorlukları kolay ediyor, dikenlerle dolu yolu cadde gibi gösteriyor, Selim’i “cihangirlik bâbında” teşvik ediyorlarmış. Söylemeye pek gerek yok ama Âsım, başka padişahlar veya tahttayken Selim için kullanıldığında pekâlâ olumlu olacak bu nitelemeleri, devrik sultan için ciddî birer nakısa olarak görüyor ve yine yakın çevresini sorumlu tutuyor.

Sanırım artık Selim’in divanına bakabiliriz. Söz konusu eser, Sayın Kâşif Yılmaz tarafından tenkitli olarak yayına hazırlanmıştır. Divan-ı İlhâmî’nin 1200/ 1785 yılında yazılan ilk versiyonu, 1202/ 1787’de bitirildiği söylenen sonraki şeklinden çok farklıdır. O kadar ki, Yılmaz, bu ilk metni bir müsvedde olarak değerlendirmiş ve tenkitli metne esas aldığı nüshalar arasına koyma imkânı bulamamıştır. Bu ilk metin, Selim’in kafeste, kendi başına ve içine doğduğu gibi yazdığı şiirlerden oluşmaktaydı. Vezinsiz olmaktan dolayı belki edebî değeri düşüktür ama tarihî belge değeri kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Daha sonra, çok büyük bir ihtimalle meslekten bir şairin müdahalesi ve düzeltmesiyle vezinli olarak tekrar yazıldığında muhakkak ki döneminin edebî konvansiyonlarına daha uygun bir hâle gelmiştir ama bu son metin de belge değerinden çok şey kaybetmiştir. Neyse ki Yılmaz, bu ilk müsveddede olup da son metinde olmayan veya değişen kısımları topluca veriyor ve bir kıyaslama yapmamıza imkân tanıyor.

“Mütekâmil” divanda nelerin kaybedildiğine veya bastırıldığına dair küçük bir örnek vereyim. Selim, müsveddede şöyle diyor:

“Besmeleyle başladım ben bu dîvâna

Lisânım dâne dâne hem pek ayâna

Ne Fürsî kitâbın öğrendim ve ne Arabî

Ve ne lisân-ı Hicâzî ve ne Acemî

Okumadım üstâddan Gülistân Bûstân

Lis§ânım kaba Türkçedir o husûsdan”

1787’de bitirildiği metnin içinde söylenen; işlenmiş, vezne çekilmiş ve edebî olarak terbiye edilmiş metinde ise Arapça ve Farsça bilmediğini söyleyerek kafesteki eğitimi üzerine bir ışık huzmesi tutan Selim’in sözleri şu hâle konmuştur:

“Gerçi eş‘ārımda nükte yokdurur

Hem fesāhatde kusūrum çokdurur

Anı ben görmedim üstāddan hem

Hilāfım yok benim Allāhu a‘lem

Ne Fürsī okudum ben ne hod Tāzī

Ne ta‘līm eyledim nazm-ı Hicāzī

Ne Bustān okudum ben ne Gülistān

N’ola ‘afv eylese erbāb-ı ‘irfān

1785’te, Selim’in kullandığı dilin “kaba Türkçe” olduğunu söylemesi nerede, bu irfan sahiplerinden özür dileyen üslûp nerede! Belki orada da neden kaba Türkçe kullandığına dair bir açıklama var ama böyle bir özür dileme yok ve dahası, veliaht Selim, lisanının tane tane ve açık olduğunu söylediği için belli belirsiz bir gururlanma bile var. Bütün bunların hepsinin düzeltilmiş metinde yitip gittiğini görüyoruz.

III. Selim’in şiirlerinde, kendisini bir “müceddid” olarak gördüğüne dair bir emare bulamadım. “Cihangirlik” bahsi biraz daha tartışmaya muhtaçtır, çünkü veliahdın “gaza”ya dair şiirleri bulunuyor. Yalnız, bunlara yakından bakılırsa, bu şiirlerde gerçek anlamıyla bir cihangirlik yani dünyayı fethetme değil, yakın zamanda Osmanlıyı yenen ve Müslüman topraklarını (Kırım) işgal eden gayrimüslim bir güce (Rusya) savaş açılması ve intikam alınması temasının baskın olduğu görülür. Bunun da kendi içinde ne kadar gerçekleştirilebilir bir hedef olduğu muhakkak ki tartışılabilir ama Âsım (ve daha başkalarının) ima ettiği gibi, Selim’in, kendisinin ve imparatorluğun koşullarından bağımsız olarak cihangirlik hülyaları içinde olan biri olduğunu tereddütsüz ileri sürmek pek kolay görünmüyor. Öte yandan, bu dönemde, askerî anlamda herhangi bir başarının bir padişaha cihangirlik vasfı kazandıracağı ileri sürülebilir. Eğer öyleyse, III. Selim’in de bu kısıtlı anlamıyla bir cihangirlik hevesi olduğu söylenebilir.

Belki de, kafeste eli kolu bağlı olan, gidişattan ve tahttaki amcasının tavrından memnun olmayan genç bir şehzadenin daha iyisini yapacağına dair bir inancı vardı demeliyiz. “Bir muradım vardır ancak Hudā cānım almasın / İntikām almakdır kāfirden ‘ālemde muradım hemān” diyen veliahd, aynı şiirinde şöyle devam etmişti:

“Ehl-i İslām za‘īf olup küfrün var kesreti

Benim yüzümden nasīb et Hudā fethi nusreti

Ne gelir ben za‘īfin elinden olsun Hudā’nın himmeti

Meger Rüstem-i Zāl gele imdada yā Hazret-i ‘Ali sāhib-kırān

Allāh açsın yolumuz gidelim semt-i gazaya

Elbet gelse gerekdir ne yazıldı ise kafaya

Murg-ı cān uçarsa kafesden ben razıyım kazaya

Ya gālib olurum yā mağlūb, edeydim bir kez imtihan”

Kırım’ın 1783’te Rusya tarafından ilhakının ve bunun da Osmanlı devleti tarafından tanınmasının kafesteki veliahda ağır geldiği açıkça görülüyor. İstanbul’daki savaş taraftarlarının da veliahda bel bağlaması doğaldı. Hatta geçerken belirtelim, 1785’te Halil Hamid Paşa’nın, I. Abdülhamid’i tahttan indirmek için yaptığı ileri sürülen bir girişime Selim’in adının karışması ve kafesteki hayat koşullarının ağırlaşması da bu yüzdendir. Başka bir şiirinde de şunlar var:

“Ölmeden bir kerre edeydik sefer

Hudā’nın emriyle bulursak zafer

Ehl-i İslām ‘askeri ne cevāb eyler

Kāfir kılıcı altında kalalım mı böyle

(…)

Nitekim cān tende durdurmam giderim

Yā şehīd olurum yā gazā ederim

‘İnāyet lutfı Rabbānī’sinden isterim

Ayaklar altında kalam mı böyle

(…)

Osmanlı arslanların cenge salmadan

Dīn düşmanına sātır çalmadan

Şu kāfirden intikāmım almadan

Gözüm açık kalır ölürsem böyle”

Şiirleri aracılığıyla III. Selim’in dünyasına biraz daha girmeye çalışacağız. Henüz kafeste oluşunu nasıl gördüğüne ve ruh hâlini yansıtan daha özel mısralarına hiç dokunmadık bile. Yalnız bitirmeden söyleyeyim ki onun şiirlerinde, içinde yaşadığı dünyanın insanlarından daha fazla bir olağandışına, sihre, büyüye inanç da görmedim. Bu noktadan devam edelim.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.