“Yürümek karda zordur, gelirsen bak aşk budur”
Sabah erken kalkıp parktaki kedileri beslemeye çıktım, sonra çarşıya inip gazetelerimi alıp hemen eve döndüm. Öyle sağa sola takılacak bir hava yoktu, yağmurlu ve kasvetliydi, bu yüzden içimden kanepeye uzanıp, kucağıma da tüy yumağı Zeytin’i alarak, esâslı bir macera romanı okumak geçiyordu. Ancak, kapıyı açtığımda Candan Erçetin’in sesini duydum, onun “Karlar Düşer” şarkısı mutfaktaki radyodan geliyordu. “Karlar düşer düşer ağlarım / Hep ismini hep ismini anarım”. Şarkının, ayakkabılarımı çıkarmaya fırsat bulamadan, beni çok uzaklara, Erzincan’a götüreceğini hiç tahmîn edemezdim.
Siirt’ten Erzincan’a geldiğimizde, ilkokul sondaydım, kendimi kutuplara gelmiş gibi hissetmiştim. O yıllarda Sümer İlkokulu şehrin dışında sayılırdı, evin karşısından Vasgirt’ten gelen sarı renkli Thames Trader minibüslerine binip, şehrin çıkışına yakın bir yerde inerdim. Sonra, sola sapıp, ‘39 felâketinden sonra Erzincanlıların inşâ ettiği kerpiç mahalleye girerdim. Oranın daracık sokaklarından yürüdüğümü söylesem, yalan olur, yer yer göğsüme kadar yükselen karları yararak okulumu bulduğum bir hakikatti.
Kızılcahamam’dan çocukluk arkadaşım Sercan Ünsal benden daha şanslıydı, çünkü onların Erzincan’daki evleri Fırat İlkokulu’nun yakınındaydı. Niyazi amca Sercan’ın kaydını oraya yaptırmıştı. Sercan Ünsal dediğim, günümüzün en değerli köy enstitüleri araştırmacısı olan Sercan Ünsal’dır. Okul dönüşünde soğuktan arkamızdaki çayır çimenlikte top oynamanın imkânı yoktu, Sercan ile tornetlerimizi alıp sokaklarda dolaşamazdık. Eksi yirmi derecede maratoncu Hüseyin Aktaş bile apartmanımızın önünden geçen Trabzon Caddesi’nde koşmazdı. Yapacağım tek şey, salondaki kuzine sobanın başında kitap okumaktı.
Erzincan’ın soğuğunda belki de aksamayan yegâne şey, posta hizmetiydi. Bana da ara sıra Doğan Kardeş Yayınları’ndan ve A. Kadir’den kitap paketleri gelirdi. Büyük ustanın “1938 Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet” kitabının ilk baskısı imzâlı ve ithaflı geldiğinde Erzincan Lisesi’nin orta kısmındaydım. A. Kadir’in Kara Harp Okulu’nun son sınıfında öğrenciyken Nâzım Hikmet ile birlikte tutuklanıp hapse mahkûm olduğunu kitabından öğrenmiştim. Sen liseyi Kuleli’de, yükseği Harp Okulu’nda oku, hapisten çıkınca askerliğini er olarak yap, olacak şey değildi. İstanbul’da ise A. Kadir’i bir ara çok sık görecektim, en fazla da Lütfi Erişçi’nin Ankara Caddesi üzerindeki Yeni Üniversite Kitabevi’nde, zarif bir insandı, her defasında bana yeni çıkan kitaplarından getiriyordu.
Meğerse biz Erzincan’a taşınmadan şehirde bir askerî lise varmış, geldiğimizde yeni kapatılmıştı, o liseden edebiyatımıza girenlerden biri de Hulki Aktunç’tur. Ortayı, kedisi Uşu’yu Kadıköyü’nde baba evinde bırakıp, Selimiye’de yatılı okumuş, Erzincan’a liseye de ‘64 yılında gelmiş. Tren Erzincan’a gelince, oradakilere şehrin nerede olduğunu sormuş, ona burası demişler. Sağına soluna bakmış, tek katlı birkaç kerpiç dam, şehrin girişinde onlardan başka bir şey de yok, Hulki Aktunç’un bahsettiği kerpiçler benim Sümer İlkokulu’na giderken aralarından geçtiğim damlardır. Aslında asker tabakasından iyi edebiyatçı hocaları varmış Hulki’nin, Sami Önal, Vural Okur ve Osman Feyzoğlu aklıma gelen ilk isimler. Erzincan Askerî Lisesi’ndeyken en fazla Suphi Martagan’dan çekiyor, okulun duvar gazetesinde yazdıklarına komünist propaganda deyip her defasında Hulki Aktunç’u disipline veriyor, buna mukabil Alparslan Türkeş’in sağ kolu olan Tahsin Ünal isimli hocasıysa onun yazdıklarını pek beğenip, Hulki’yi korumaya çalışıyor. Tahsin Ünal’ın “Türklüğün Sembolü Bozkurt”, “Tarım Kentleri” ve “Türkün Sosyo Ekonomik Tarihi” kitaplarını sonradan Hulki Aktunç merâk edip okudu mu, bilmiyorum, ama ben Tahsin Ünal’ın “Tarım Kentleri” kitabını üniversitedeyken okuduğumu anımsıyorum.
A. Kadir’den sonra tanıdığım ikinci asker kökenli edebiyatçı Aziz Nesin’dir, aklımda yanlış kalmadıysa A. Kadir’den birkaç yaş büyüktü, ama Celâl Sılay’ın ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yaşıtıydı, hepsi de aynı yıllarda Kuleli’de okumuşlardı. Celâl Sılay, Işıklar’dan Kuleli’ye sürgüne gelmiş, kendisini Napolyan sanan bir deli olduğundan, öyle böyle değil, hakiki delidir, Kuleli’ye varır varmaz onu tecride kapatmışlar. Bunu
Aziz Nesin’den okumuştum. Aziz Nesin de Fazıl Hüsnü de askerî liseyi bitirmelerine rağmen, Aziz amca okul üçüncüsüymüş, Kara Harp Okulu’ndansa ikincilikle mezûn olmuş, Celâl Sılay ise askerî liseden, atılmayı kibârca söylersek, alınmıştır.
Aziz Nesin istihkamcıyken ordudan ihraç edilmesine rağmen Fazıl Hüsnü orduda on beş yılını doldurunca emekliliğini kendisi istemiştir. Fazıl Hüsnü’nün şiirini sever misin diye sorarsanız, ne evet ne de hayır derim, fıtratındansa hiç hoşlanmazdım. Sabah sevdiğini ifâde ettiği birine akşam nedensiz düşmân kesilebiliyordu. Bir defasında Cemal Süreya’yı masasına oturtmadığını veya masasından kovduğunu biliyorum, oysa birkaç gün önce Cemal Süreya, İsmet Kemal Karadayı ve Behzat Ay ona kefil olup nezâretten çıkartmışlardı.
Celâl Sılay’ın da dakikası dakikasına uymazmış ama Fazıl Hüsnü gibi asık suratlı biri değildir, sevimlidir, komiktir, ben Salâh Birsel’den okumuştum, Sabahattin Kudret’e yaptığı semizotu yemeğini pek beğendiği için küsmüş, beğenmese de küserdi, Sabahattin Kudret sahiden de semizotunu son derece leziz bulduğu için yalan söyleyememiş. Celâl Sılay’ın yaşamı boyunca bir Sait Faik’e bir de Haldun Taner’e küsmediği söyleniyor. Ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Deli deliden imamsa ölüden hoşlanır derler ya, Celâl Sılay da Sait Faik’in deliliğinden keyif alıyor olabilirdi, Haldun Taner’e ise kendisine Moda’daki Fehime Mülküs’ün köşküne kirâya girdiğinde kefil olduğundan bir türlü içinden geldiği gibi küsemediğini düşünüyorum. Kesin, çatlamıştır. Hiç kuşkum yok ki, her gece köşke küfelik geldiğinden, şâyet arada Haldun Taner olmasa Fehime Mülküs’ün kendisini kapının önüne koyacağının farkındaydı.
‘72 olduğundan hiç kuşkum yok, çünkü Burhan Günel’in “Ökse” romanı yeni yayınlanmıştı, Suâdiye’deki evimize havacı kıyâfetiyle geldiğini anımsıyorum, sanırım üsteğmen rütbesindeydi, pilotluk eğitimini yarım bırakıp maliye sınıfına geçtiğini söylerdi, Konya’da veya Adana’daydı, kendisini ‘72’den sonra bir daha da görmedim. Onun emekliliğinden sonra Kadıköyü’nde Hasırcıbaşı’na yerleştiğini duymuştum.
Sırada Behçet Aysan var, Selimiye Askerî Ortaokulu’nda ve Kuleli Askerî Lisesi’nde okuyup, ‘68’de Ankara Tıp Fakültesi’ne askerî öğrenci olarak girmişti. Behçet Aysan ve Azer Yaran bizim Ankara mahfilinin ağabeyleriydi. Mahfilimizde, Behçet Aysan’ın ve Azer Yaran’ın dışında, Ahmet Erhan, Ercan Kesal ve Yüksel Ekşioğlu vardı. Bir defa da gencecik Ulus Baker masamıza gelmişti. Ankara’ya hafta sonlarında Balgat’taki toprak sahada futbol maçlarına gelirdim. Bir takımda Ahmet Erhan, diğer takımda ben, Behçet ağabey ise kenârda maçın bitmesini beklerdi. Yüksel’in yirmi ikinci katındaki dairesinde duş alıp, şehre öyle inerdik. Ahmet, yükseklik korkusundan dolayı hemen salonun ortasına oturup öyle kalırdı, asla pencerelerden dışarıya da bakmazdı. Onun yirmi ikinci kata asansörle inip çıkarken, asansöre asla tek başına binmezdi, nasıl soğuk terler döktüğü aklımda.
Önce Mülkiyeliler’e şöyle bir bakılıyor, oradan Tolga’ya geçiyoruz. Tolga dediğim, Tolga Çandar, ilk kaseti çıkmış mıydı, işte bundan pek emîn değilim, ancak kasete hiç gerek yoktu, çünkü Tolga’nın kendisi vardı. Tolga yukarıdan başlayınca, merdivenlerin altındaki sol masadan Ercan Kesal ve sağ masadan Ahmet Telli illaki ona eşlik ederlerdi. “Sobalarında kuru da meşe yanıyor efem / Yanıyor ya, Memed ağam da üşümüş de donuyor / Boncuklu da gelin ortalıkta dönüyor da dönüyor / Aslanım da efeler, vay vay”. Onun, ‘77’de ODTÜ dokuz ay kadar boykota girdiğinde, Hava Harp Okulu’nun sınavlarına girip kazandığını, hatta Cumaovası’nda T-41 D uçaklarıyla sekiz sorti bile yaptığını, sonra askerliğin mizacına uygun olmadığını fark edip, ODTÜ’ye döndüğünü Yüksel söylemişti galiba.
Burhan Günel ve Tolga Çandar uçuş eğitimlerini yarım bırakmışlardı ama uçan komutanımız Muhsin Batur’un oğlu Enis Batur edebiyatımızın her dalında, medâr-ı iftihârımız. Bu arada Muhsin Batur’un “Anılar ve Görüşler” kitabını sakın ha edebiyatın dışına itmeyin, ben bir onun bir de Cemal Madanoğlu’nun anılarının üslûbunu çok leziz bulmuştum. Cemal Madanoğlu’nun anıları imzâlı ve ithâflı olarak kitaplığımda duruyor, ama “Anılar ve Görüşler” maalesef rahmetli babamda kalmıştı. Belirtmeden geçmeyeceğim, asker kökenli değilse bile bizim de bir Antoine de Saint-Exupéry’miz vardı, Mehmet Coral, uçmayı aşkla seviyordu. Üstâdın “Küçük Prens, Çöle Düşen Yıldız” romanını bulursanız mutlaka okuyun. Maalesef simsârlar çetesinin dudak büktüğü bir roman olarak kaldı, ama bu devrân hep böyle sürüp gitmez, onun da zamanın geleceğine inanıyorum.
Bugün yılbaşı, üç beş kişi dışında gazete okuyan da çıkmaz, bu yüzden yazıma erkenden üç nokta atmak istiyorum da, emekli binbaşılarımızdan güftekâr ve bestekâr Gündoğdu Duran’ı anmadan geçmeye gönlüm bir türlü râzı olmuyor. Saksıyı çalıştırın, elbette kulaklarınızda “Söyledim aşkımı ben Ankara rüzgârına / Olmadı kaldı benim her hevesim yarına / Her gören ağladı, kalbini bağladı dalgalı saçlarına” dizelerini Muhayyer Kürdî makâmından çınlattıran güftekârdan bahsediyorum. Oysa, niyetim yeni yılı yine aynı Ajda Pekkan şarkısıyla karşılamaktı, ‘65’den beri Ajda’ya hiç ihânet etmedim, haydi hep birlikte bir defa daha Ajda Pekkan’a ses verelim. “Her yerde kar var / Kalbim senin bu gece / Her yerde kar var / Kalbim senin bu gece / Belki gelirsin sen / Bakarken pencereden / Gözler yalnız özler / Karda senden izler / Yürümek karda zordur / Gelirsen bak aşk budur / Dönsen köşeden şöyle / Şarkı söylerim böyle”. Bütün dostlarıma, kadınların, çocukların ve hayvanların şiddet görmeyeceği çok kitaplı bir yeni yıl diliyorum, önümüzdeki hafta buluşmak üzere, sevgiyle kalınız...
