İfşa çağında adalet
Zamanımızın belirgin adalet sorunu, yargılamanın yerini hızla tüketilen bir seyir pratiğine bırakmasıyla ortaya çıkıyor…
Artık hukukun kanıta dayalı ilerleyişi ve muhakeme gerektiren yapısı geriye doğru çekilirken, mahremiyetin açılması üzerinden kurulan hızlı cezalandırma biçimleri toplum nezdinde karşılık buluyor. Kişinin özel alanına yönelen müdahaleler adalet arayışı olarak okunuyor ancak çoğu zaman tartılmış bir hükme dayanmıyor.
Bu noktada adalet, yasal metinlerden çok sınırların korunup korunmadığı üzerinden anlam kazanıyor. Sınırlar aşındığında cezalandırma, hukuk alanından çıkarak kamusal bakışların dolaştığı bir zeminde kuruluyor. Ceza, teşhir üzerinden işliyor ve hüküm, delil ve usul yerine açığa çıkarılan parçaların yarattığı etkiye bağlanıyor.
Son zamanlarda durmaksızın gördüğümüz, olağan hale gelen ifşa pratikleri de bu dönüşümü görünür kılmış durumda. Özel yaşama dair bilgiler dolaşıma sokuluyor ve bu, meşru bir kamusal müdahaleymiş gibi sunuluyor. Bilginin elde ediliş biçimi geri planda kalırken, belirleyici olan toplum nezdinde oluşturduğu tepki oluyor. Yargılama, kurumsal süreçlerden çok, tepkinin yön verdiği biçimde ele alınıyor.
Kur’an’daki “tecessüs” uyarısı en çok bu noktada anlamlıdır. Hucurât Suresi’nde yer alan “Birbirinizin ayıbını araştırmayın.” buyruğu, bireysel ahlaka dair olan bir incelikle sınırlı kalmaz, toplumsal hayatın hangi sınırlar içinde ayakta kalabileceğine dair temel ilkeler bütününü sunar, zira Kur’an insanı korur. Ayıbın araştırma konusu hâline gelmesi salt hedef alınan kişiyi yaralamaz, bu araştırmayı meşru gören bakışı da ahlaki aşınmaya sürükler. Çünkü bu tutum, insanın kendisini başkasının gizli alanı üzerinde söz sahibi görmesiyle başlar.
Bu uyarı, bilginin varlığına karşı bir tutum geliştirmez, bilginin peşine düşme arzusuna sınır çizer. Çünkü hemen her bilginin dolaşıma sokulabildiği bir zeminde güven aşınır, güven zayıfladığında adalet duygusu da karşılık bulmaz. İnsanlar hata yaptıklarında kendisine dair bir iç muhasebeye yönelmez, görünmez kalmanın yollarını arar. Davranış, vicdanla ilişki kuran bir sorumluluk alanından çıkar ve sürekli izlenme ihtimaline göre ayarlanan bir denetim düzenine bağlanır.
Mahremiyet, insanın yalnızca başkalarından sakladığı bir alan değildir aynı zamanda kendisiyle yüzleşebildiği bir zamanı ve iç mesafeyi mümkün kılan olgudur. Bu mesafe sayesinde kişi, yaptığıyla hesaplaşabilir, pişmanlık duyabilir ve sorumluluk alma ihtimaliyle baş başa kalabilir. Özel olanın sürekli açığa çıkarıldığı ve korumasız bırakıldığı bir ortamda bu iç alan daralır; insan, vicdanıyla ilişki kurmak yerine kamusal alandaki konumunu kaybetmemeye odaklanır. Bakın bu sahte bir profildir, toplumsal çürümenin mikro ölçeğidir.
Devamında gelen mahremiyetin aşınmasıyla birlikte cezalandırmanın biçimi de dönüşür ve özel alanın korunmadığı bir düzlemde ceza, hukuki süreçler üzerinden değil, rezil edilme, küçük düşürülme ve itibarsızlaştırılma yoluyla işlemeye başlar. Bu durumda kişi, yaptığıyla yüzleşme imkânı bulamadan kamusal bir yargının nesnesi hâline gelir ve ortaya çıkan tablo, adalet üretmekten çok itibarı hedef alan, sınır fikrini zayıflatan, cezayı kalıcı bir toplumsal damgaya dönüştüren bir düzeni görünür kılar.
Ahlak felsefesi de bu noktada yöntemin belirleyici rolünü hatırlatır. Aristoteles’in erdem anlayışında ahlaki değer, yalnızca ulaşılan sonuçla ölçülmez, kullanılan araçların niteliği de kurucu bir öneme haizdir. Mahremiyetin açılması yoluyla yürütülen bir cezalandırma, insanı ahlaki bir özne olarak konumlandırmaz onu ibretlik bir örneğe indirger. Bu indirgeme güç ilişkilerini yeniden iskambil destesi gibi dağıtır.
Kant’ın insan onuruna dair yaklaşımı, burada net bir sınır koyar. Bir insan, başkalarının ahlaki anlatısını destekleyen bir araca dönüştürüldüğünde özne olma vasfını kaybeder. Kişinin özel alanı, kamusal bir doğruluk gösterisinin parçası hâline getirildiğinde ahlaki ilişki zarar görür. Onur, duruma göre askıya alınabilecek bir değer sayılmaz. İnsan, her koşulda amaç olarak kabul edilmek zorundadır.
Günümüzde ifşa pratiklerinin bu kadar yaygınlaşması, yalnızca hukuka duyulan güvensizlikle açıklanamaz. Asıl kırılma, ahlaki otoritenin dağılmasıyla birlikte kamusal yargı yetkisinin başıboş kalmasında ortaya çıkar.
Bu tablo, tekil örnekler üzerinden taraf seçme meselesiyle açıklanamaz. Asıl belirleyici olan, içinde yaşanan ahlaki iklimdir. Mahremiyetin cezaya dönüştüğü bir ortamda herkes savunmasız hâle gelir. İtibarın bu kadar kolay aşındığı bir zeminde ahlaki ölçü, gücü elinde tutanın diliyle şekillenmeye başlar. Adalet ise ancak sınırların korunduğu, ölçünün kaybolmadığı ve sorumluluğun yerini bulduğu bir kamusal düzen içinde anlamını korur.
Şunu açıkça söylemeliyim ki;
Adaletin ayakta kalması, masumiyet karinesinin hukuk metinlerinden çıkarılarak, kamusal dilde ve ahlaki reflekslerde de korunmasına bağlıdır. Bu da ancak hükmün aceleyle kurulmadığı, mahremiyetin cezaya dönüştürülmediği bir ortak aklın yeniden inşa edilmesiyle mümkün.
