Seyir çağında gençlerle okumak üzerine

Seyir çağında gençlerle okumak üzerine

Bir aile dostumuz Fatih’te özel bir kolejde edebiyat öğretmeni. Uzun zamandır okula gelip, kitaplara, okumanın önemine dair öğrencilere bir konuşma yapmamı istiyordu. Nihayet bu Cuma [12 Aralık] imkân bulabildim. Elif [İslamoğlu] ‘Dijital Çağ’da Okuma Kültürü’ diye belirlemişti konuşmanın başlığını. Bazan bu köşede de yazdımdı okurluk hallerine dair: ‘Ne Tuhaf Bir Ülke Burası, Bu Neçe Okumaktır, Okurluk Hakları Üzerine...’

Bu kez biraz daha yüksek bir tepeden görmek istedim manzarayı. Başta kendileri [gençler] olmak üzere kimsenin tavsiye almaktan hoşlanmadığını, bugün burada ders anlatmayacağımı, anlatılanlardan sınav olmayacaklarını söyleyerek başladım konuşmaya. Yalnızca kendi on dokuz yaşımdan bahsedecek, yolumu belirlerken ki hatalarımı anlatacaktım.

Öyle yaptım. “İnsan bu hayatta üç şeyi seçerken çok dikkat etmeli” dedim: “Sırasıyla tuttuğu takımı, mesleğini ve eşini. Çünkü ilk ikisini hiçbir zaman değiştiremez. Beşiktaşlıyım, Beşiktaş’ı bırakamam. Mali Müşavirim, muhasebeciliği bırakamam. Şimdi istifa edip futbolcu olabilir miyim? Ya da çok iyi bir piyanist? Lise öğretmeni? Olamam. Ben olmak istesem başkaları, sistem, şartlar, kurallar elvermez.”
Tuttuğum takımın hayatıma doğrudan bir etkisi yoktu. Bu espri gençlerin tablet ve telefonlarla sakatlanmış dikkatini çekebilmek içindi. Ama mesleğimle evliydim. Meslek seçiminin önemini anlasınlar istiyordum. Arabamızı değiştirebilirdik, oturduğumuz evi değiştirebilirdik, yaşadığımız şehri değiştirebilirdik, birkaç kez evlenip boşanabilirdik fakat bu yaşlarda yapmaya karar verdiğimiz mesleği değiştiremezdik.

Hayatımızın kalanını belirleyecek kararın çok erken yaşta verilmesi isteniyordu bizden. Birkaç mesleği deneyip bırakıp, beğendiğimizde karar kılmak gibi bir lükse sahip değildik. Böyle bir fırsat tanınmayacaktı bize. Bu sebeple meslek seçimine giden yolda kişinin kendini iyi tanıması, zayıf ve güçlü yanlarını ‘Güliver Kompleksi’ne kapılmadan görüp tayin edebilmesi gerekiyordu.

Okumanın hayatımızdaki rolüne ve önemine geldik böylece. On dokuz yaşıma geri dönebilseydim dedim, siyasetle, tarihle, teolojiyle, felsefeyle ilgili kitapları bir kenara atar, sabah akşam roman ve biyografi okurdum. Kurmaca ya da gerçek; Oralardaki hayat tecrübeleri beni zenginleştirir, yolumu belirlememde, daha sağlıklı kararlar almamda yardımcı olurlardı bana. Kitaplardaki insanlık durumları karşısında neler yapılması gerektiği, biyografilerdeki/romanlardaki kişilerin davranışları örneklik teşkil ederdi.

Okumanın kavramsal düşünmemizi sağladığını da belirttim ayrıca. Okurken kafamızın nasıl bir işlem yaptığını, Orhan Pamuk’un ‘Saf ve Düşünceli Romancı’da kuramsallaştırdığı “görüntü-kelime- görüntü” sürecine dayanarak açıklamaya çalıştım. Şöyle diyordu Pamuk basitçe: “Bizim, kafamızdaki bir resmi kelimelere aktarma gibi bir yeteneğimiz var. Okur [kitabı] eline aldığında ise benim yaptığım işin tersini yapar. O da kelimeleri tekrar kendi zihninde resme dönüştürür.”

O sırada yanıma bulunan Sezai Karakoç’un ‘Hatıralar’ kitabından Süphan Dağı’nı tasvir ettiği satırları okudum. Herkes metni dinlerken [okurken] kafasında dağı ve manzarayı kendi imge dünyasına göre hayal etmişti. Salonda kaç kafa varsa o kadar çok sayıda Süphan Dağı manzarası belirmişti. Seyrederken zihnimiz aynı işlemi yapmıyordu. Popüler olduğu için ‘Aşk-ı Memnu’ romanını örnek gösterdim. Dizisi çekildi çekileli, okusun okumasın, herkesin kafasındaki Bihter ve Behlül yüzü aynıydı artık. Tek tipleşmişti. Daha yüzeysel ve sığ.

Demek okumak bizi daha aktif ve şuurlu kılıyor, seyretmek pasif ve uyuşuk. Zihnimizin tamamı çalışmıyor çünkü. Bir yanıyla işlem yapıyor. Seyir sırasında bize verilirken görüntü, okurken anlamı ve görüntüyü biz kazıyor, keşfediyorduk.

Konuşmanın kalanında söylediklerim, ilk paragrafta atıf yaptığım yazılarımdakilerin tekrarıdır: Popüler olandan kaçınmak gerektiği... Hıza ve haza teslim olmadan okumak... İyi seçilmişse dört yüz kitaplı mütevazı bir kütüphaneyle de derinlikli bir dünya görüşüne sahip olabileceğimiz.

Soru-Cevap faslında, bütün nezaketiyle programı sunan Rehberlik Öğretmeni Onur Bey illa ki bir kitap/yazar önerisi isteyince, “Yunus Emre” dedim gençlere: Her dilin bir zirvesi vardır. Ruslar için Puşkin’dir bu. İngilizler için Shakespeare. İtalyanlarda Dante. Bizim için de Yunus. Şair sözüdür, elbet haklıdır: Yunus ki süt dişleri Türkçenin… Uç vermiş bir deprem çağında! Söylemiş en dindar, en insan, en sade sözü. Dökülmüş dilden, yayılmış kulaktan kulağa. Coşkun ve taze bir nehir gibi. Moğol tanrının kırbacı gibi şaklamışken Anadolu’nun sırtında. Köyler, kasabalar iğdiş edilmişken. Beşik Anadolu koca bir mezar. Yunus sığınmış Taptuk’a, kırlara, şiire… Heybesinde Allah heybesinde insan heybesinde alem sevgisi.

Cuma günkü toplantıda yüz genç vardıysa salonda, onu dinlemişse beni, biri anlamışsa, maksat hasıl olmuştur sanıyorum. Programı düzenleyenlere, Onur ve Elif hocalara bir kez daha teşekkür ederim.

YORUMLAR
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN