Ulu rüya görenler şehri
Yahya Kemal Beyatlı “İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar” şiirine
“Üsküdar bir ulu rüyâyı görenler şehri,” mısrasıyla başlıyor. Üsküdar’ı cadde cadde sokak sokak dolaşan Beyatlı, şiirlerinde ve yazılarında Üsküdar’a bir semt olmanın ötesinde fethi gören ve fetih ruhunu yeşertip günümüze kadar yaşatan bir medeniyet ve “ferahlı alem” şehri diyor.
İskender Pala “Mihmandar” romanında “Mihmandar-ı Nebevi” olan Eyüp Sultan’ın Peygamber Efendimizin ne mutlu Konstantiniyye’yi fethedene hadisine mazhar olmak için Hicaz’dan İstanbul’a gelirken Üsküdar’da bir dönem konakladıktan ve burada Konstantinopolis’i temaşa ettikten takriben üç ay sonra Batı yakasına (Eyüp’e) geçtiğini söyler.
Üsküdar’a ilk kez 1980’li yılların sonunda yıkılmamak için birbirine tutunan harap ve bakımsız ahşap evler içinde gördüm. Kendi kaderlerine terk edilmiş akıbetlerine dozer vuran müteahhitler dizim dizim dizilen ahşam evleri yıkıp yerine birbirine benzeyen beton binalar diktiler. Fakirliğin bit gibi yakalara yapıştığı yıllar. İstanbulluların, zengin şehirli olma hırsına ne Anakara ne de belediyeler yahu bunlar bir medeniyetin mirası bunlara sahip çıkalım deyip engel olmadılar.
Ahşap evler, tarihi miras ile koruma altına alındığında Üsküdar’da iş işten geçmişti. Ahşap evlerin yerini çoktan beton binalar aldı.
Bu durumdan kendini zar zor kurtaran birkaç ahşap ev Üsküdar’ın ulu rüyasını halen Üsküdarlılara anımsatıyor. Üsküdar, İstanbul’a nazaran ahşapın tarihi dokusunu halen üzerinde taşıyor. Gökyüzü halen Üsküdar’ın az katlı sokaklarını ısıtıp her pencereden içeri girmeye kendine yol buluyor.
Bana Üsküdar’ı fark ettiren kitap kendisi de bir Üsküdar Beyefendisi olan Ahmet Yüksel Özemre’nin “Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı” kitabı oldu. Kitap, güncel Üsküdar’ı bir medeniyet misyonu içinde akıcı bir dille yaşanmışlıklarla öyle bir anlatıyordu ki kitabı bitirene kadar elimden düşürmedim.
Özemre sadece bir Üsküdar Beyefendisi değil imparatorluk kültürüyle beslenen Cumhuriyet’in ulu bir bilgesiydi.
Üniversiteli yıllarımda Üsküdar’da ikamet ediyordum. Cuma günleri Mürsel Sönmez Bey’le Salacak, Fethi Paşa Korusu ve Çamlıca merkezli düzenli görüşmeler yapardık. Mürsel Bey bize şiiri, sanatı, edebiyatı hasılı hayatı; sırtını Üsküdar’a yaslayıp yüzünü Boğaz’a tutarak anlatırdı. Üsküdar bizim için bir hayat mektebiydi.
Cumhuriyet kurulduktan sonra tıpkı İstanbul gibi Uzun yıllar kaderine terk edilse de “altın yere düşmekle pul olmaz.” misali Üsküdar, hep altın olma özelliğini bir medeniyet şehri olarak korudu.
Marmaray’ın açılmasıyla Üsküdar’ın göbeğine saplanan otopark ve etrafındaki gecekondumsu binalar yıkıldı. Üsküdar güneşine, göğüne kavuşup denizi içine çekti. Üsküdar’ın damarları açıldı. Sahafların, sanatın, kültürün, kitabın mihmandarı olarak ön plana çıktı Üsküdar. Bir kitabevine, sergiye, konferansa, ev sahipliği yapmadığı gün yok gibi.
Geçtiğimiz hafta “Fatih Kitabevi”nin bir şubesini Fatih Yurdakul Beyefendi Üsküdar Şemsi Paşa Bostanı Sokak’ta açtı. Kitabevi, 16 yüzyılda yapılan Rum-i Mehmet Paşa Camii’siyle omuz omuza. Kalabalıktan uzak dingin bir mekan.
Fatih Kitabevi’ni Ankara’dan Üsküdar’a taşıyan Fatih Yurdakul Bey, 1970’li yıllarda Ankara’da Zafer Çarşısı’nda kitapçılığa başlamış. Sonra yarım bırakılan ODTÜ’lü yıllar, Akabe Yayınevi, Gazi Eğitim Enstitüsü ve renkli bir hayat hikayesi.
Yurdakul, sade bir kitabevi olarak kalmak istemediklerini kitabevini kültür hizmeti veren bir okula dönüştürmeyi amaçladıklarını, hayata anlam katan insanları ruhen bu mekanda yaşatacaklarını söylüyor. Devamında internetin insanı aradan çıkardığını ve Kitabevi’nde insanla temas halinde olmak istediklerini de dile getiriyor.
Ankara’da yaşadıkları olumsuzlukları dile getirip
İnsan, bitki, hayvan olan üç canlı türünün dışında sadece fotoğraf çekmek için fotoğraf çekerken de kitabevini, kitapseveri, kitabı, yok sayan bir canlının türemesinden şikayetle mevcut eğitimin insanı zehirlemesine bağlıyor olanları.
Kısa sürede tanıştığımız Fatih Bey’in çay ikramına hayır demeden karşısına oturdum. Sırtını pencere ve boğaza veren Fatih Bey’in arkasındaki manzaraya odaklanmış kendisini dinliyorum.
Manzara; sanat aşığı, derviş meşrepli, üsküdar resimleriyle tanınan Ressam Hoca Ali Rıza’nın tablolarını andırıyor.
Kitabevi’nin pencereleri açık. Pencereden girip mekanı iyot kokusuyla serinleten esinti, kitapların her rafına dokunmadan geçmiyor.
Kitabevi’nin bahçesindeki ıhlamur ve ceviz ağacı pencereden başını uzatmış bizi dinliyor gibi.
Rüzgar, ağaçların yapraklarına verdiği hışırtıyı dalgalandırıyor. Yaprakların arasında birkaç avuçluk deniz, denizde sıralanan gemiler, onlarında arkasında Çırağan Sarayı bir kale gibi.
Martısız Üsküdar, Üsküdar değildir. Martılar, serçeler ve başka başka kuşlar ağaçların dallarında yerini almış. Cıvıltıları, Kitabevi’ni tabiata dönüştürüyor. Onların cıvıltı cümbüşünden kitabı, sanatı, insanı konuşuyoruz. Sohbetin merkezinde insan olunca “İnsan seni savunuyorum sana karşı” diyen Nuri Pakdil Bey sanki yanıbaşımızda bize bu sözü söyletiyor.
Evet ezcümle Fatih Kitabevi Üsküdar’a gelerek Üzküdar’ın kültür sanat haritasına renk olmuş. Kitabevi de Üsküdar’ın renklerine boyanarak zamanla insanın kalbinde filiz açma iddiasında. Üsküdar’a uğrarsanız Fatih Kitabevi’ne uğramayı, Fatih Yurdakul Beyefendi’nin çayını içmeyi ve kendisiyle sohbet sofrası kurmayı ihmal etmeyin derim.
Beyatlı “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar” şiirini:
“Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu,
Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu.”
