Bir Anıtkabir rüyası
Rüyamda bu kez Anıtkabir’e doğru yürüyorum.
Taşlar tanıdık değil; ayaklarımın altında tarih hafifçe kıpırdıyor. Taşlar artık dizili değil, konuşuyorlar. Her biri başka bir dönemin sesiyle fısıldıyor:
“Bir inkılap daha gördüm dün gece…”
“Latin harfleri geldi ama köyde hâlâ mektup okunmuyor…”
“Harf devrildi, kelimeler yetim kaldı…”
Aslanlı Yol’un iki yanındaki heykeller yerlerinden inmiş, sıraya girmişler. Ellerinde dilekçeler:
“Yeniden dikilmek istiyoruz.”
Yüzlerinde yorgun ama kararlı bir ifade.
Heykeltıraş yok, karar verilemiyor.
Yürümeye devam ediyorum.
Tam o sırada bir görevli yolumu kesiyor:
- “Ziyaret değil bu. Rüyada Anıtkabir’e giriyorsanız özel izin gerekir. Lütfen düş kimliğinizi gösterin.”
Cüzdanımı açıyorum, içinde “vatandaş” yazıyor. Yeterli gelmiyor.
- “Neyse,” diyor, “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun hatırı uğruna bu gece izin çıktı işte. Hadi gir bakalım, mozolenin altına in.”
Altına mı?
Merdivenler karanlık. Her basamak bir tarih:
1923 -1938 -1946 - 1960 -1980 - 1993 -2023…
Mozolenin altı bir arşiv dairesi. Tozlu dosyalar, mühürlü kutular, yarım kalmış nutuklar…
Görevli yok.
Her dosya kendini açıyor.
Bir dosyadan ses yükseliyor:
“Nutuk’un son sayfası hâlâ yazılmamış olabilir.”
Bir diğer dosyadan başka bir ses karışıyor:
“Uyan Türk evlâdı, uyuma uyan! Otuz kupona alınmadı bu vatan.”
O anda duvarda büyükçe bir ekran beliriyor. Atatürk’ün yüzü yok; yalnızca gözleri. Konuşuyor:
- “Ey rüyasında beni arayan kişi! Buraya kadar geldiysen sana bir soru soracağım. Cevap veremezsen uyanırsın.”
- “Hazırım,” diyorum.
- “Söyle bakalım: İsmet, saat kaç?”
Yutkunuyorum. Cevabı bilmiyorum. Gözlerinin içine bakıyorum.
- “Bilmiyorum paşam,” diyorum. “Zaman bizde karışık. Bir kısmımız hâlâ 1938’deyiz, bir kısmımız 2023’te bile değil.”
Sözlerim yankılanıyor. Ekran birden sönüyor. Tavan açılıyor.
Gökyüzü içeri düşüyor.
Şimdi Anıtkabir’in tepesindeyim. Rüzgâr var.
Her rüzgâr bir dönem taşıyor:
“Şapka inkılabının yankısı…”
“Köy Enstitülerinin tozlu nefesi…”
“Cumhuriyet kutlamalarında unutulmuş bir şiirin kıtası…”
Bir dize sürükleniyor rüzgârla:
“Bir güneş vardı sanki… Adı inkılaptı, izi şimdi rüzgârda.”
Tam uyanacağım derken, bir yazı beliriyor gökyüzünde, bulutların arasından:
“İsmet, saat kaç?”
- Mustafa Kemal Atatürk.
