Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
Her gönül bir yük taşır, bir yolda yürür. Kimimizin yolu şehirlerin gürültüsünden geçer, kimimizinki ıssız bir dağ yolundan… Ama bazı yollar vardır ki yalnızca toprağa değil, kalbin içine basar. O yollar bir ömrün değil, bir yüreğin sızısıdır.
O yol, dertlerin dile geldiği; ayrılığın, yoksulluğun, ölümün içimizde yankılandığı yoldur.
İşte Karacaoğlan, böyle bir yolcudur. 17. yüzyılın Toroslardan yükselen bir sesi…
Omzunda heybesi, ayağında çarığı yoktur. Ama bir ömür boyu yürür. Onun yol azığı türküdür, menzili gönüllerdir.
Sazı yoldaşıdır, sözü sırdaşı:
“Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var”
Yaşamak bir sefa değil, bir emanettir; vadesi bilinmez, yükü derindir.
Türküsü, hayatın geçiciliğine ve ölümün kaçınılmazlığına yazılmış bir kabulleniştir.
Onun sesi bir mekânda değil, bir hâlde yaşar: İnsanın kendine en yakın olduğu yerde…
“Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret ettin beni kavim kardaşa
Sebep ne gözden akan kanlı yaşa
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”
Ayrılık, yoksulluk, ölüm…
Üç büyük dert. Tek dizede, tek gönüldedir.
Karacaoğlan’ın gönlü bir defter değil, bir yaradır. Her türküsünde yeniden kanar.
Her ozanın gönlü başka kanar. Seyrani’ninki eski bir libas gibi sökülüp dikilemezse, Karacaoğlan’ınki de yağmura tutulmuş bir yapraktır. O yaprak, her yağmurda yeniden yeşerip yeniden sararır. Ne yere tam aittir, ne de göğe… Her sevgide bir sızı, her ayrılıkta bir iz kalır.
Bizim gönlümüz Karacaoğlan’la konuşur.
Türküsü bizden önce başlamıştır.
Ne bir fazla, ne bir eksik. Yalnızca yüreğin yürüdüğü kadar.
O yürüyüşte, eksilmeyen üç yol arkadaşı: Ayrılık, yoksulluk, ölüm.
