Gurbetin hikâyesi
İnsan, yeryüzüne düştüğü gün başladı düşünmeye.
Cennetteydi. Kevser şarabını kana kana içiyor, misk ve amber kokuları arasında, Rıdvan ağacının gölgesinde, bitimsiz bir huzurun içinde yaşıyordu. Düşünmek yoktu. Çünkü soru yoktu, eksiklik yoktu, acı yoktu.
Ama artık yeryüzündeydi…
Düşünmek, onun dünyayla tanıştığı ilk çileydi belki de. O günden sonra her gün biraz daha sürgün edildi kendinden. Her acı, her ayrılık, her kayıp, onu geldiği yere biraz daha yabancılaştırdı.
İnsan, gurbettedir artık.
Nereden bilebilirdi ki zaman bu kadar karmaşık, bu kadar parçalı olacaktı?
Nereden bilebilirdi ki “an”lar içinde kaybolacağını?
Zamanı dilim dilim böleceğini, ruhunun da o dilimlerde birlikte parçalanacağını?
Efkârla geldik bu dünyaya.
Belki de doğduğumuz an, içimizde bir özlemle açıldı gözlerimiz. Tanımadığımız, adını koyamadığımız ama derinlerde hep hissettiğimiz bir hasretle… Geldiğimiz yerin izini taşıyarak.
Yeryüzü efkârlıdır.
İnsan bu efkârda derinleşir. Derinleştikçe sevgiliye yaklaşır.
Gurbet, aslına dönmek isteyenin yolculuğudur.
Âdem bu yolculuğun ilki... Onun hikâyesi gariptir. Cennetten yeryüzüne düşüşü, sadece bir mekân değişimi değil; bir hâl değişimidir. Efkârı da, gurbete düşmesi de bundan.
Dünya, onun içindeki sürgün yeridir artık. Ve bu sürgün, bir vuslat umuduyla yoğrulur.
Asıl arayışı, asıl yürüyüşü, geldiği yere yeniden varabilme çabasıdır.
