Hukuku, adaleti içselleştirmek…
Hak, hukuk, adalet, demokrasi ve insan hakları gibi ilkeler; insanın sevme ya da nefret etme kapasitesine, kişisel yakınlıklara, siyasi aidiyetlere ya da ideolojik akrabalıklara göre eğilip bükülebilecek kavramlar değil. Bu ilkeler, içine kişisel duygular girdiğinde anlamlarını, değerlerini yitirir; çünkü “hak”, sahibinin kimliğinden değil insan oluşundan kaynaklanır. Tam da bu yüzden ilkelere sadakat ve ilkesel duruş çok büyülüdür ama bir o kadarda zordur. Ülkemizde ne yazık hamasi bir söylem olmanın ötesine geçemese de hamasi ‘mazlumum kimliğine, kişiliğine, inancına, ideolojik mahallesine bakılmaz’ ilkesi tam olarak bu nedenle vardır.
Siyasi ve ideolojik hatların sert bir şekilde keskinleştiği toplumlarda, karşı taraftan birinin “hakkını, hukukunu savunmak” sadece ilkesel bir tutum değil, insanı kendi mahallesiyle karşı karşıya getiren, ağır bedelleri olan, cesaret isteyen bir davranıştır. Böyle durumlarda mahalle baskısı neredeyse refleks düzeyinde harekete geçer cevabını istemedikleri “sana mı kaldı?” sorusuyla bir karabasan gibi insanın üzerine çökerler. İtirazın içeriği değil, kimin adına yapıldığı sorgulanır. İşaret ettiğiniz hukuksuzluğa, sözün doğruluğuna bakılmaz, aidiyet sorgulanıyor, tartılıyor.
Yıllardır yerimizde saymamızın, aynı kısır döngünün içinde yeniden ve yeniden sürüklenmemizin temelinde de tam olarak bu yatıyor: Karşı tarafın uğradığı haksızlıklara gözlerini kapat, yalnızca kendi mahallelinin acısına ses ver, uğradığı haksızlığa sesini yükselt, adalet mağduru senin mahallendense, senin partilinse itiraz et, protesto et, sahip çık anlayışı. Buna dair elbette böyle bir yazılı kural yok; fakat tam da bu yüzden mesele daha ağır. Kuşaktan kuşağa miras olarak devredilen, öğrenilen, alışkanlık haline gelen bir anlayışın hakim olması vahim olan. Çünkü yazılı bir kural olsaydı, bir yasak olsaydı iki satırla değiştirilirdi. Kuşaktan kuşağa aktarılan kökleşmiş, yerleşmiş, kronikleşmiş bir alışkanlığı, anlayışı dönüştürmek çok güç.
***
İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun, kendi kişisel hikâyesinden yola çıkarak kaleme aldığı “Dortmund’daki ‘Vatan Haini Köpekler’ ve Fatih Altaylı’nın hukukunu savunmak” başlıklı, gazetemizde yayımlanan yazısı ülkemizdeki bütün taraflara ayna tutması ve yüzleşme imkânı sunması bakımından son derece kıymetliydi.
Mustafa Yeneroğlu ülkemizdeki tipik siyasetçi ezberlerini bozan, eleştirilerini, itirazlarını politik konjonktüre göre ayarlamayan, kim olursa olsun, kendine taban tabana zıt görünen kesimlerin hukukunu net bir şekilde savunan, hukuksuzluklara karşı çıkan, hukukun üstünlüğü ilkesini kendisine kırmızı çizgi kabul eden ender siyasetçilerimizden biri. Giderek ağırlaşan adaletsizlikleri vicdani bir yükümlülük haline getiren bir isim.
Yazısını okumadıysanız mutlaka ama dikkatle okuyun. Sık sık cezaevlerine ziyaretler yapan Yeneroğlu, yazısında gazeteci Fatih Altaylı’ya yaptığı ziyarete dostlarından gelen tepkiler üzerinden, kendisinin hukuku, adaleti içselleştirme, hazmetme hikayesini, öfkesini nasıl adalet arayışına dönüştürdüğünü anlatıyor:
“Henüz 21 yaşında, idealleri peşinde koşan bir hukuk öğrencisi olarak IGMG’de sorumluluk alıyor, Avrupa’daki Müslüman toplumu için çalışıyordum. Dortmund’daki stadyumda 50 bini aşkın insanın katıldığı, coşkunun dorukta olduğu büyük bir kongre düzenlemiştik; Erdoğan da dahil birçok isim tribünlerdeydi.
“1997 yılında aynı zamanda Avrupa’daki Müslüman toplumunun sesi olmaya çalışan IGMG (İslam Toplumu Milli Görüş) bünyesinde yöneticiydim. 28 Şubat döneminin o boğucu, o kurşun gibi ağır havasını soluduğumuz, dindarların sadece kamusal alandan değil, neredeyse hayatın olağan akışından tasfiye edilmek istendiği dönemler. 14 Haziran’da Borussia Dortmund stadında o gün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere birçok siyasetçinin yer aldığı, 50 binden fazla insanın katıldığı bir kongre organize etmiştik. Biz Dortmund’da dayanışma duygusunu yaşarken, Türkiye’den gelen manşetler zehir saçıyordu. Hürriyet’teki köşesinde Fatih Altaylı, o kalabalığı—yani ailemi, dostlarımı, arkadaşlarımı—“vatan haini köpekler” diye hedef almış, bizi “mide bulandıran sinekler” olarak nitelendirmişti.
O genç yaşımda hissettiğim öfkeyi tarif etmem imkânsız. Bu, sadece bir hakaret değil, bizi insan yerine koymayan, bizi “yok edilmesi gereken bir ur” gibi gören o “üstenci” zihniyetin en çiğ tezahürüydü. Genç yaşta uğradığım o ağır hakaret, aslında bizi insan yerine koymayan bir zihniyetin çıplak yüzüydü; yıllarca içimde taşımıştım. Aradan çeyrek asır geçti ve kaderin yönü değişti: Bugün Fatih Altaylı cezaevinde, ben ise öfkemi adalet arayışına dönüştürmüş bir hukukçu olarak onu iki kez ziyaret ettim.”
Yeneroğlu’nun “öfkemi adalet arayışına dönüştürdüm” sözü önemli. Çünkü nasıl bir insan olacağımızı tercihlerimiz belirliyor. Seni insan yerine koymayan, o üstenci zihniyetin sana yaptığı muameleden “öfkeli, nefret kusan bir insan olarak” çıkmak da bir tercih… Adaletli, vicdanlı bir insan olarak yaşamına devam etmek de bir tercihtir.
Nasıl bir insan olacağımızı, kişiliğimizi ve karakterimizi belirleyen şey, yaptığımız tercihlerdir. Yeneroğlu’nun sözlerini okurken, Viktor E. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında sarsıcı bir dille yazdığı satırlar aklıma geldi. Uzun süre açlık, şiddet, ölüm tehdidi ve insanlık onurunun yok edildiği Auschwitz kampında kalan Viktor E. Frankl şöyle yazmıştı:
“İnsan karakterini koşullar değil, koşullara verdiği tercihler ve tavırlar belirler; çünkü insan her gün kendini yeniden seçer. Adaletsizliğin mağduru olanlar, uygulayıcısı olmak zorunda değildir… Kendilerine yanlış yapılmış olsa bile kimsenin yanlış yapma hakkı olmadığına dair sağduyunun gelişmesi mümkündür.”
***
Yeneroğlu, ziyaretinde Altaylı’nın yüzüne geçmişi hatırlatmadığını, çünkü o an karşısında eski kibrinden çok, hukuksuzluğun mağdur ettiği bir insan gördüğünü anlatıyor. Ve şu sorgulaması oldukça kıymetli:
“Biz adaleti sadece sevdiklerimiz, sadece ‘bizden’ olanlar, sadece bizim mahallenin çocukları için mi istiyoruz? Yoksa adalet, tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi; “Düşmanınız dahi olsa, ona yapılan haksızlığa karşı çıkmak” mıdır?
Dindar-muhafazakâr camianın bugün vermesi gereken asıl sınav budur: Güç elimize geçtiğinde, “rövanş” mı alacak, zorba bir rejim mi kuracak, yoksa bir daha kaybedilmemek üzere, herkesin emin olduğu “adalet”i mi tesis edecektik?”
AK Partili bütün siyasetçilerin yüzleşmesi gereken soru budur… Yirmi üç yıl önce adalet talebinin omuzlarında yükselen, hukuku tesis etme vaadiyle iktidara gelen bir siyasi hareket, nasıl oldu da bugün—üstelik 23 yıl öncesini aratır hâle gelecek ölçüde—hukuksuzluk döngüsünün üreticisine, toplumun bütün katmanlarına yayılan adaletsizliklerin müsebbibine dönüştü?
Cevap çok basit aslında. Hukuku, adaleti içselleştiremediği, hazmedemediği için. AK Parti iktidarının dindar siyasetçilerinin inandıkları din kendilerine ‘adaleti, hakkı, hukuku, insan onurunu’ emretmesine rağmen içselleştiremediler. Oysa adalet, hukuk kavramlarını en çok onların içselleştirmeleri gerekirken… Cumhurbaşkanı Erdoğan 23 yıl boyunca iktidarda kalmayı başardı. Siyasi iktidarlar içerisinde aralıksız en fazla iktidarda kalan bir siyasi parti. Cumhurbaşkanı Erdoğan hiçbir siyasi lidere, iktidara nasip olmayan gücü elde etmeyi başardı.
Ama AK Partili siyasetçiler maalesef geçmişte yaşadıkları adalet mağduriyetlerinin kendilerinde oluşturduğu öfkeyi adalete, hukuku tesis etmeye dönüştüremediler. Bu ülkede kimseyi sevmek zorunda değilllerdi ama herkes için adaleti tesis edebilirlerdi. Bunu başaramadılar maalesef.
Adalette söylemden, popülizmden öteye geçemediler. Adalet, hukuk, demokrasi siyasi araç olmanın ötesinde bir anlam ifade edemedi AK Parti iktidarının siyasetçileri için…
Yazımı Yeneroğlu’nun şu sözleriyle bitireyim:
“Adalet, ancak “ötekinin” hakkını, en az kendi hakkın kadar, en az kardeşinin hakkı kadar kutsal bildiğinde yerini bulur. Gerisi, kabilecilikten, değer yargılarından yoksun kimlikçilikten ibarettir.
Ve Türkiye, bu kabile ve kimlik kavgasından çok yoruldu.”
