Sadi Somuncuoğlu: Bir nirengi noktası

En yakınlarımız hayatımızın nirengi noktalarıdır. Yaşamımızın akışı içinde onlarla birlikte düşünürüz. Düşünmekle kalma; onlarla sevinir, onlarla üzülürüz. Anne, baba, kardeş, sevgili, eş, çocuklarımız ve en yakın dostlarımız, yoldaşlarımız.

Sonra onlardan biri ahirete göçer. Nirengisiz kalırız. Bir sıkıntı çattığında ilk düşüncemiz, yine ona sığınmaktır. Bir başarımızı, bir güzelliği hemen onunla paylaşmak isteriz. Gel gelelim o artık yoktur. Pusulasız bir gemiye döneriz.

Çare, geri kalanların kıymetini daha bir iyi anlamaktır. Ancak ne mutlu ki biz, gidenlerle dertleşmeye, onlarla birlikte sevinmeye ve üzülmeye de devam ederiz. On yıllar, on yıllar boyunca aldığımızı, verdiğimizi gönlümüz hatırlar. Bu alışveriş, beynimizin kıvrımlarına da kazınmıştır. Onların bizim sevgimize ve aklımıza artık ihtiyacı yoktur ama biz, onlardan almaya devam ederiz.

Eşim Emine Işınsu’yu kaybettiğimde, çok yakınlarıma, “Bir yıl içinde benden üç cenaze çıkacak.” demiştim. 40 gün kadar önce, oğlum Yağmur gitti. En son da Sadi. Bekliyorduk ama ne kadar beklerseniz bekleyin, “O artık yok!” hükmü çarpıyor. Fena çarpıyor.

KÜBİTEM

Biz, Ankara ekibiydik. Yurdun dört bir yanından gelip Ankara ekibi olmuştuk. Fikir ve duygu dağarcığımızın içi aynıydı. Konuşmalarımızda, değerlendirmelerimizde Türkçülüğün Esasları’na, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları’na, Türk Ülküsü’ne, hatta Kültür Değişmeleri’ne, Türkiye Tarihi’ne rahatça atıf yapardık ve hepimiz ne dendiğini hemen anlardık. Hepimiz Türk Ocağı’ndan, Türkçüler Derneği’ndendik. Ankara ekibinin bir de Galip Erdem’le aynı şehirde bulunmak avantajı vardı. Galip Ağabey’e danışmamızın arasını bir günden fazla açtığımız enderdi.

Biz, 1967-68’in Ankara ekibiydik; gidişlerinin sırasıyla, Halil Özyıldız, İbrahim Metin, Sadi Somuncuoğlu. En son ben eklenmiştim. O zamanlar her şeyin en genciydim; tıpkı bugün her şeyin en yaşlısı olduğum gibi.

Sadi’yle bir gün Ankara’nın Meşrutiyet Caddesi’nde yürüyor ve özellikle üniversite öğretim elemanlarının toplanabileceği bir derneğe ihtiyacımızı konuşuyorduk. Tam o sırada, Meşrutiyet’le Bayındır Sokağı’nın köşesindeki apartmanda asılı “Kiralık” ilanı bizi çağırdı. Kirayı sorduk… Hocalardan toplarız dedik. Toplayamazsak? Hesapladık, maaşlarımızdan karşılayabiliyorduk. Hemen kontratı yaptık ve Kültür Bilim ve Teknik Merkezi- KÜBİTEM doğdu.

1960'LAR, 1970’LER

O günlerin efsane yayınları, Töre, Devlet, Bozkurt hep bu daireye, KÜBİTEM’e taşındı. Öğretim üyeleriyle yaptığımız ilk toplantıda, hocalar salona sığmıyordu. 100 civarındaydılar. O gün Bilim Kurulu kuruldu ve başına rahmetli Tarık Somer geçti. MHP’nin gençlik işlerini Sadi yürütüyordu. İlk Ülkü Ocakları’nın kuruluşu; gençliğin ve sonra bütün Türkiye’nin, o günün Putinleri’ne karşı destansı direnişi, onun liderliğinde yürüdü. Töre’yi, orada daha yakından tanıdığım sonra eşim olan, Emine Işınsu çıkarıyordu. Devlet ve Bozkurt; birinci derecede Halil, Sadi ve İbrahim’in işiydi. Ben, hepsine karınca kararınca destek vermeye çalışıyordum. Açılıştan bir süre sonra Dündar Ağabey de (Dündar Taşer), sohbet mekânını, Bulvar Palas’tan KÜBİTEM’e taşıdı.

KÜBİTEM’in her çekmecesinde Ülkü-Bir gibi, Ülkü-Tek gibi, bir derneğin dosyası vardı. Gençliğin eğitimi kadar örgütlenmesi de Sadi’nin sırtındaydı. 50-100 kişiden başlayan gençliğimiz, onun önderliğinde, önce binlere, sonra on binlere ve sonunda Türkiye’nin her tarafından yüzbinler ve milyonlara tırmandı. Bu tırmanışta- ve bugün de- sloganımız şöyleydi:

Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin. Her şey Türklük için!

O günlerde yalnız KÜBİTEM’de değil, kirada birlikte oturduğumuz evde de Sadi ile beraberdik. Önce o, ülkücü arkadaşımız Mübeccel Hanım’la evlendi. Sonra ben ve Işınsu evlendik.

SÖZ KONUSU TÜRKLÜK İSE

Gerçi hepimiz, fikrimizle ve gönlümüzle, o zamanın bir marşında geçen:

“Atalardan bize kalan emanettir bu vatan,

Susuz kalsa toprağımız sularız kanımızla.”

ilkesine inanmıştık. Ama günün kaç saatinde bu duyguyla yaşadığımız değişiyordu. Galiba Sadi, neredeyse 24 saat bu hissin içindeydi. Tıpkı Galip Ağabey gibi milletin içinde yok olmuş, “fena fil millet” idi. Daha genç dostumuz, Millî Düşünce Merkezi’nin şimdiki başkanı Hakan Paksoy, ölüm döşeğinde, “Türk” ve “Türkiye” dendiğinde gözlerinden yaş indiğini anlattı. Yolculuğunun farkındaydı ve Türklük için daha yapacağı çok şey varken, artık gücünün yetmeyeceğinin yasını tutuyordu.

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Atsız için yazdığı şu mısralar, Sadi’ye de ne güzel yakışır:

“O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda,

Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.

“Ve Tanrı Kut Mete’nin huzurunda Sadi’yi,

Kür Şad’la Kül Tiğin’le diz vururken gören var.”

Somuncu Baba’nın bu torununu, Aksaray’da, Somuncu Baba Külliyesi’nin Ervah Kabristanı’nda toprağa verdik. Paksoy, Sadi’nin mezarına, Bilge Kaan Bengütaşı’nın yanından alınmış bir avuç toprağı da koydu.

Allah rahmet eylesin.

YORUMLAR (51)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
51 Yorum