Dünyanın düzeni sarsılırken…

Dünyanın düzeni oldum olası güç dengeleri üstüne oturur ve o güç dengelerinin büyük ölçüde yansıması olan normlar, örgütler ve rejimler tarafından sınırları çizilir, kuralları belirlenir. Ve kurallar öngörülebilirlik sağlayarak kurulu sistemin mümkün olduğunca kazasız belasız, yani büyük savaşsız yönetilmesine yardımcı olur.

Dengeler değişince de ister bölgesel ister küresel düzeyde olsun savaşlar çıkar, ciddi krizler yaşanır. Buna paralel olarak da normlar, rejimler değişir, yeni sistemi yönetmek için yeni tür örgütlere ve örgütlenmelere ihtiyaç duyulur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi BM kurulur, ardından da insan haklarına ilişkin normlar belirlenir, insancıl hukuk Cenevre Sözleşmeleri temelinde yeniden şekillenir.

Dengeler de NATO, Varşova Paktı gibi örgütlerle ve karşılıklı yok oluşa dayalı nükleer caydırıcılık korunmaya çalışılır. Sonra bir gün hiç beklenmedik bir şey olur, Berlin’de duvar çöker, iki Almanya fiilen birleşirken, Varşova Paktı dağılır, çok geçmeden Moskova’da darbe yapılır, ardından Sovyetler Birliği’ni kuran unsurların üçü Belarus’ta buluşup ülkelerinin dağıldığını tüm dünyaya duyurur.

Ancak sistemin temel normları çok değişmez, günümüzdeki gibi sarsılmaz. Tam tersine Irak’ın Kuveyt’i işgali BM ortak güvenlik mekanizmasının kitabına uygun şekilde çalışmasına, dünyanın artık yepyeni bir düzlemde yaşayacağına inanmasına neden olur. Liberalizm farklı şekillerde ama en çok da Fukuyama’nın ünlü tarihinin sonu iddiasıyla galibiyetini ilan eder.

Kafkaslarda ve Bosna’da yaşanan savaşlar her ne kadar tarihin pek öyle sonunun gelmediğini gösterse de kural bazlı uluslararası sistem yaşanan katliamlara karşın yine de çalışır. En azından özel mahkemeler kurulur, suçluların bir kısmı yargılanır. Ardından da Roma Sözleşmesi imzalanır ve Uluslararası Ceza Mahkemesi işlemeye başlar. Hatta Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bile çalışması gerektiği gibi çalışır.

Norm ihlalleri her zaman olur fakat ihlal edenler ihlallerine kılıf bulmaya, ihlallerini sanki yasalmış, sanki normalmiş gibi göstermeye gayret eder, daha doğrusu ederdi. Çünkü artık hiç böyle bir gayret kalmadı. Amerika’nın Cenevre Sözleşmelerine açıkça aykırı bir şekilde denizde kuvvet kullanabildiği, İsrail’in mahkemeler tarafından soykırım dediği müdahalesini yakın zamana kadar pervasızca sürdürebildiği bir dünyada yaşıyoruz.

Yine aynı Amerika komşusundan iltihak, Avrupalı müttefikinden toprak talep edebiliyor, Venezüela’nın petrolünü taşıyan tankerine, Hint Okyanusu’nda İran’a çifte kullanımı olduğu söylenen elektronik malzemelerine “keyfi” gerekçelerle el koyabiliyor. Beğenmediği bir yönetimi değiştirmek için BM Şartı’nın ikinci maddesinin yedinci bendine açıkça karşı bir şekilde güç kullanma tehdidinde bulunabiliyor, istihbarat örgütüne darbe yapın dediğini bizzat başkanı kendi sosyal medya hesabından açıklayabiliyor.
Artık DTÖ kurallarının ihlal edildiği, BM’nin geleceğinin tartışıldığı, NATO’nun ne olacağının bilinmediği bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın en güçlü devleti çoğu kendisinin eseri ve çoğu kendisinin çıkarına çalışan örgütleri, normları, uluslararası rejimler görmezden geliyor. İlan ettiği Ulusal Savunma Stratejisi’nde Avrupa siyasetine müdahale öngörüyor, Latin Amerika artık benimdir deyip 19’uncu yüzyıl jeopolitiğine geri döndüğünü ilan ediyor.

Düşünce kuruluşları ve medya organları Avrupalı liderlerin daha ne kadar süre Trump Amerika’sını hafife alabileceğini, pohpohlamayla yönetebileceğini zannetmeyi sürdüreceğini tartışıyor. Başka bir deyişle dünya siyaseti köklü bir değişimin eşiğinde bulunuyor. Tarihte belki de ilk defa bir büyük devlet, hegemonyasından, normatif küresel hakimiyetinden vazgeçip tüm dengeleri sarsıcı bir toplu, kapsamlı inisiyatif geliştiriyor.

Buna popülizmin küreselleşmesi de diyebiliriz, istersek başka lakaplar da takabiliriz. Ancak değişimin istikrarsızlık doğurabileceğini, zorluklar kadar fırsatlar yaratabileceğini görmezden gelemeyiz. Türkiye’nin, Türkiye’yi yönetenlerin ve tabii ki yönetmeye talip olanların bu gerçekliği ve ayağımızın altındaki kaygan zemini hissetmelerinde, dünyaya ve özellikle de ülkelerine yaşadığımız güncel sorunların ötesinde bakmalarında yarar var.

Benim vakti, takati ve ilgisi olanlara bu hafta sonu için önerim Selim Çelik ve Marcella Müggler’in Almanya’nın devlet destekli düşünce kuruluşu SWP için kaleme aldıkları, Türkiye’nin güç matriksini işledikleri interaktif raporlarını okumaları. Orada Türkiye’nin Irak, Suriye, Libya, Somali, Katar başta olmaz üzere küresel düzeydeki askeri varlığı var, ayrıca yaptığı yardımların ve askeri teknolojideki atılımların da kısa bir özeti mevcut.

SWP raporunun önemiyse değişen dünyada ve farklılaşan Avrupa’da Türkiye’ye olan talebin artmasına muhtemelen bilmeden, istemeden destek olmasından kaynaklanıyor. Dünyaya yeni bir Türkiye imajı çiziyor. Ama bu algıyı yönetebilmemiz için bize olan talebi doğru okumamız, altını beslememiz, gündelik ihtiraslardan taviz verip, hukuk ve demokrasi anlayışımızı değiştirmemiz gerekiyor…

YORUMLAR (3)
3 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.