Tuna’ya bakarken

Uluslararası Kültür Sanat Derneği (UKSD)’nin Sultan Abdülaziz’e ait ‘Eskizlerden Tablolara’ isimli resim çalışmalarının sergisi münasebetiyle Viyana’dayız.

Hava soğuk mu soğuk, yer yer kar yağışı var.

Küçük bir gazeteci gurubu arkadaş dışında Türk müziğinin üç değerli yeni kuşak temsilcisi de (Kemal Karaöz, Özer Özel, Aslıhan Özel) aramızda.

Havaalanından otele gidinceye kadar Viyana hakkında ilginç ve doyurucu bilgiler veren Çerkez rehberimiz Sanlı Bey, iki yanımızdan akıp giden anıtsal mimarî yapılar hakkında politik, dinî, ekonomik ve sosyal arka planlarla birlikte bizi kuşbakışı malumât sahibi yaptı. Mesela, belediye binasına çok yakın büyük ve güzel bir taş binanın (hâlâ faâl) hapishane olduğunu söyledi ki, kırk yıl düşünsem o binanın hapishane binası olacağı aklıma gelmezdi.

Hitler’in kabul edilmediği sanat akademisinin önünden geçerken “Yeni Baharcılar” hakkındaki minik bilgi, parlamento binasının mimarının niçin helenistik karakteri esas aldığı, Avusturya’dan Fransa’ya gelin giden meşhur Maria Antuvanet’in daha meşhur annesinin heykeli önünde verdiği tuhaf bilgiler, 19. asrın sonlarına doğru, şehir surlarının tamamen yıkılarak yerine geniş bir yol inşâ edilmesinin sebepleri vs... Şehre ait esaslı bilgiler yanında hurda teferruatlar da rehberimizin verdiği malumât arasında.

Viyana’da içme suları dağlarından geliyor ve musluklardan rahatça içilebiliyor, soğuk ve leziz bir su. Ayrıca belediye bu sudan ücret almıyor.

Gotik kiliselerin sivri kuleleri şehrin her yerinden yükseliyor. Geçmiş görünümünden farklı olarak, kiliseler, gelir amacıyla ana cephelerine devasa reklamlar almaya başlamış. Merkezdeki katedral başta olmak üzere bir çok tarihî yapıda restorasyon iskeleleri göze çarpıyor.

Sokaklarda gezerken bol graffiti arasında iki slogan gördüm; birisi şu idi: “Maoist gerilla devrim yolunda”. Diğeri ise şu: “Tayyip Erdoğan is revolution”.

İkinci slogan ingilizce olmasına rağmen galiba iki sloganın sahibi de Türk idi. Çünkü Erdoğan kelimesinde bir yabancı kolay kolay yumuşak g kullanmaz. Bu iki slogan bana Türkiye’deki ana akımın ve ona keskin muhalefetin bir yansıması gibi geldi.

Şehirde hemen her yerde Türklerle karşılaşmak mümkün. Kaliteli Türk lokantaları, irili ufaklı bakkallar, marketler şehrin gündelik hayatının yerleşik bir parçası olmuş. Türkiye menşe’li her türlü gıda ürününü bulmak mümkün. Düşünün birkaç çeşit çekirdek bile buldum. Ayrıca İran, Pakistan, Bengladeş gibi ülkelerin yiyecek-içeceklerini satan dükkânlar da mevcut.

Ama klasik müziğin başkenti kabul edilen Viyana’nın, ağırbaşlı ve asırlık kafelerinden yayılan romantizmi bugünlerde biraz acıklı bir vaziyet arzediyor.

Özellikle Romanya ve Bulgaristan’dan serbest dolaşım hakkıyla gelen dilenciler ve başka yoksul insanlar ‘façayı’ bozmaya başlamış. Sınır dışı edilmeleri de bir şeye yaramıyor, bir hafta sonra yeniden geliyorlarmış.

Televizyon ve gazetelerde özenle çekilip ayrıntılandırılmış mülteci görüntüleri özel ağırlıklı bir yer tutuyor. Ne yazık ki bu yaklaşım tamamen ‘plastik’ bir endişeyle çerçeveli. Çünkü politikacılar ırkçı tutumlarını çekinmeden ilan ederken, her gün Avrupa’nın başka bir ülkesinde, mültecilere yönelik yüz kızartıcı tutum ve davranışlar da çeşitlenerek(!) devam ediyor.

Ve Tuna kasvetli bir kış günü ağır, mavi valsten uzak, biraz da kederli bir yeknasaklıkla akıyor, duruyor, akıyor.

Okur yazıyor

Uluslararası Kötülük Ödülleri

Malumunuz Türkiye Diyanet Vakfı’nın düzenlediği Uluslararası İyilik Ödüllerinin ikincisi geçtiğimiz Pazar günü sahiplerini buldu. Bu güzel organizasyon benim aklıma pek çok kişiye tuhaf gelebilecek bir fikir getirdi. Neden “Uluslararası Kötülük Ödülleri” verilmiyor? Böyle bir proje yapsak ne güzel olur değil mi? Günümüz dünyasında ne çok aday olur. Hangi birine versek acaba diye günlerce kara kara düşünebiliriz. Benim Esed’den Trump’a kadar küçük bir aday listem var. Peki sizin listenizde kimler var? Mahmud Çelik

Afrikalı işportacılar

Afrika kökenli göçmenler 1980’li yıllardan bu yana İstanbul’da artık ‘yerleşik’ bir hayat sürüyor. Onlara şehrin her yerinde rastlıyoruz ve kimse de bundan şikayetçi değil. Aksaray civarında özellikle saat, parfüm ve hediyelik eşya satan Afrika kökenli genç işportacılar bizim insanımızın sorularından ve özellikle de “memleket nere?” sorularından bıkmışlar.

Sözüm Meclis’ten içeri

Zaman zaman Meclis tatile giriyor. Bu durum aklıma bana şahaneymiş gibi gelen bir fikir getirdi. Geçenlerde bir yerde Meclis lokantasının menüsü elime geçti. Yemekler harika, fiyatlar daha da harika. Acaba diyorum, Meclis’in tatil olduğu günlerden birinde bir öğle vakti 550 mülteci ile Meclis’e gidip bir yemek yesek, hesabı da fakir ödese nasıl olur? Yoksa Sayın Meclis Başkanımız buna rıza göstermeyip hepimizi başka bir yerde misafir etmeyi mi münasip bulur?

Bıkmayacak gibi de değil. Çünkü nerelisin sorusundan sonra soru bitmiyor. Diyelim ki Afrikalı genç “Senegal” dedi. İkinci soru hemen yapışıyor: “Neresinden?” Ya da şöyle: “İçinden mi?”

Afrikalı ne yapsın, müşteriyle mi uğraşsın, bu meraklı adamlara cevap mı yetiştirsin?

Ama birisi işin kolayını bulmuş ve diğer arkadaşları da bu fikri hemen benimsemiş.

Şimdi Afrikalı işportacı “nerelisin” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Çorumluyum” veya “Yozgatlıyım!”

Şahsen ben “Siirtliyim” diyenine denk geldim. Cevap ve buluş bana çok sempatik geldi.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum