Hakikat-Sonrası çağda doğruyu söylemek: Parrhesia
Parrhesia yani şu: Her durumda, her şart altında, hayatınız tehlike altında olsa bile yine de doğruyu söylemek. Belki bu sözü şöyle yumuşatabiliriz: Doğru bildiğinizi, inandığınızı söylemek. Yalanla doğrunun, hakiki olan ile sahte olanın birbirine karıştığı, herkesin gerçeği ya da doğruyu kendine göre, doğruluğunu teyit etmeden, hatta buna gerek görmeden, hatta yanlışlığı ispat edilmiş olsa bile, “Bana göre…” diyerek kendi kanılarını (doxa) bilgi ve hakikat düzeyine yükselterek kendini ve batıl inancını, en çok da inancını, bilgiyi değil inancını, temel alarak değerlendirdiği, tanımladığı ve savunduğu bir çağ bu.
Üstelik söylediğinin doğruluğunu da kanıtlamak zorunda hissetmeyen insanların çağı.Durum şöyle sanırım; bir alıntıyla belirteyim: “Bir adada büyük bir siyah taş varsa ve ada halkının tamamı –zorlu deneyimlerle ve epey ikna gücüne başvurarak- taşın beyaz olduğuna inanmışsa, taş gene siyahtır, ada halkı ise toptan budala.” –Paolo Bozzi. (Anan Maurizio Ferraris, Yeni Gerçekçilik Manifestosu, Çev. Kemal Atakay, Kolektif Yayınları, İstanbul, Haziran 2019)
İşte böyle bir durumda herkes taşın beyaz olduğunu iddia ederken, parrhesiastes (yani doğruyu söyleyen) taşın siyah olduğunu her şeye, bütün karşı çıkmalara rağmen söyleyendir.Parrhesia kavramını Fransız filozof ve soykütükçü Michel Foucault yaşamının son yıllarında gündeme getirmiş ve üzerinde çok durmuştu.
Şöyle: “Parrhesia kavramı Foucault’nun Berkeley, California Üniversitesi’nde verdiği ‘Söylem ve Hakikat’ başlıklı altı dersin odağında yer alıyordu. Bu derslerin girişinde işaret ettiği üzere Foucault’nun amacı başlı başına hakikati tanımlamak, yani verili bir beyanın doğru mu yanlış mı olduğunu insanın nasıl bilebileceğini göstermek değildi. Daha ziyade söylem olarak hakikati-söylemeye, Yunanların parrhesia adını verdiği kendine göndermeli söz edimine bakıyordu.
Foucault aslında daha geniş kapsamlı ve o kadar teknik olmayan ‘söz faaliyeti’ karşılığını kullanır parrhesia için ve sadece ‘hakikati söylemek’ anlamına gelmediğini açıklamak için de büyük zahmetlere katlanır: Parrhesia sözcüğü bire bir çevrilirse ‘her şeyi söylemek’, söyleyeceğin hiçbir şeyi söylemeden geçmemek ve olabilecek en doğrudan, en dobra şekilde söylemek anlamına gelir.” (Cogito, Hakikat-Sonrası, s. 56-57)
Peki, ne zaman ve nasıl parrhesiastes olunur? Birincisi, söyleyeceklerinizi bir tehlike altındayken söylemek: “Parrhesiastes risk alan kişidir.” İkincisi, eleştirellik: “Parrhesia’nın işlevi hakikati başka birine göstermek değil, eleştiri işlevini görmektir: muhatabın ya da konuşmacının kendisinin eleştirisini barındırmalıdır.” (Age, s. 57) Üçüncüsü, görev: konuşmacı kendisinden daha güçlü birini eleştiren bir şey söylerse bunu sırf görevi gördüğü için söylüyor olmalıdır; ancak o zaman bir parrhesiastes olarak nitelenebilir.
Şimdi gelelim neden 2022’nin ocak ayında bir gazetenin loş bir köşesinde, hakikat-sonrası çağın kendini iyice yerleştirdiği bir dünyada bu kavram parrhesia’yı gündeme getiriyor ve dosdoğru bir biçimde her koşul ve şart altında, hayatınız bile söz konusu olsa doğruyu söylemek gerektiğini haykırıyorum.
Üstelik bu durum sadece dünyanın iletişim teknolojileri bakımından gelişmiş ülkelerinde geçerli bir durum değil, bizim ülkemiz de böyle bir sorunla her zamankinden çok bugünlerde karşı karşıya. Ülkemizde de özellikle siyaset ve kültür ortamlarında belki de her zamankinden çok doğruyu söylemek göreviyle karşı karşıyayız, üstelik çıkar filan gözetmeden, sadece doğruyu söylemek adına, üstü örtülmeye çalışılanı açığa çıkarmak adına, görülemeyeni görünür kılmak adına. Bu sadece siyasi, felsefi bir yükümlülük değil etik bir zorunluluktur da. (Burada aklıma nedense hep Kant geliyor.)
İnsanın kendisiyle yüzleştiğinde utanmaması, varlığının içiyle özdeş ve bir olması, vicdani bir duruluğa ulaşması bakımından gereklidir. Ve üstelik bunun tersi bir davranışın hiçbir şekilde aklanamayacağı bilinmeli ve bildirilmelidir. Her yerde, her zaman, her koşul altında söylenmelidir. Ben kültür ve edebiyat alanında daha çok düşündüğüm için sıralayayım: Büyük yayınevlerinin neredeyse sonsuz olanaklarla ‘iyi’ diye öne sürdüğü kitapların ‘kötü’ olduğu, bir kültürel manipülasyonla gerçekliğin üstünün örtüldüğü ve düpedüz kandırıldığımız açık açık söylenmelidir, gösterilmelidir.
Kültürün neo-liberal kapitalizmin meşrulaştırılması amacıyla yönlendirilmesi, tüm amacı kâr sağlamak olan yayıncılık devlerinin basmadığı kitapların (dolayısıyla aykırı, ters ve başka fikir, gerçeklik ve dünyaların) hiçbir zaman gün ışığına çıkma şansının olmadığı, bunun önüne bile bile set çekildiği her koşul ve şart altında söylenmelidir.
Öyle ki giderek tekelleşen yayıncılığın insan gerçekliğinin kıyıda köşede kalmış hakikatlerini boğduğunu, zaten bu ekonomik sistem ve düzende birer prekarya (güvencesiz çalışan) olmaktan öte gidemeyen yazar ve yazar adaylarını bastırdığını, boğduğunu, onlara var olma hakkı tanımadığını her koşul ve şart altında, bedeli ne olursa olsun söylemelidir.
Şairliğin ya da yazarlığın, artık günümüz şartlarında sadece bir estetik meselesi olmadığı ve aslında bir hakikat meselesi olduğu, şairin insanın gerçekle ilişkisinin bile sanallaştığı, dolayısıyla gerçekliğin şiddetini ve canlılığını yitirdiği bu çağda yaşamsallıktan/canlılıktan yana olmamız gerektiği her koşul ve şart altında söylenmelidir. Bunları söylemeyenlerin hiçbir zaman dünyadan ve insandan yana olmadığı ve olmayacağı söylenmelidir.
Sanatçı, şair bunu kendi varlığını tehlikeye atarak, bunu göze alarak bir yalvaç kararlılığı ve ruh haliyle mutlaka söylemelidir. Aksi takdirde yitireceğimiz şey dünya ve insanın kendisi olacaktır. Şair ve sanatçı koşullara boyun eğmeyen bir parrhesiastes olmaktan çekinmemelidir.