Bir estetin kadını Akdeniz yapan şâhbeyitiydi...
Angelica Sedara da yukarıya çıkıp Tancredi Falconeri ile kucaklaşmış. "Angelica Sedara da kimdir?" demeyin; estetlerin esteti Luchino Visconti’nin süt damlası Claudia Cardinale’dir o, kadını Akdeniz yapan şâhbeyit.

Size Jack Nicholson ile başlayacağımın sözünü vermiştim ama televizyon kanallarından geçen bir son dakika haberiyle beynimden vurulmuşa döndüm. Angelica Sedara da yukarıya çıkıp, Tancredi Falconeri ile kucaklaşmış.
Angelica Sedara da kimdir demeyin, estetlerin esteti Luchino Visconti'nin süt damlası Claudia Cardinale'sidir, kadını Akdeniz yapan şâhbeyit. “Düşman Kardeşler”, “Sevimli Haydut”, “Sekiz Buçuk”, “Pembe Panter”, “Şahane Koca”, “Zafer Yolları”, “Benimle Dalga Geçme”, “Baykuşun Günü” ve “Sevgilimin Tuzağı” filmlerinde de Claudia Cardinale vardı ama “Leopar” filmindeki Angelica Sedara sanki bir başkaydı. Yıllar sonraysa “Batıda Kan Var” filmindeki Jill McBain rolüyle hepimize kaçak elektrik kullandırdığını anımsıyorum, onun cayır cayır yanan Akdenizli bedeninin Charles Bronson'u nasıl kavurmadığınaysa hep hayret etmişimdir. Belki de şimdi yukarıda bir yerlerde Charles Bronson'a Armonika-Jill McBain muammâsının hesabını soruyordur, kim bilir: Tamam, beyaz perdenin gelmiş geçmiş en yakışıklısı Alain Delon yanına çok ama çok güzel bir kadın aldı, ona Angelica Sedara yeter derim, aman ha Claudia Cardinale'den sonra bir de Brigitte Bardot'yu istemesin, bakın işte bundan ödüm patlıyor.
Sonunda geldik Jack Nicholson'a: Hiç kuşkusuz Marlon Brando'dan sonraki en büyük aktördür, yaşamımıza asıl “Guguk Kuşu” filmindeki Patrick McMurphy'nin satanist gülümsemesiyle girdi dersem, yalan olmaz. Aynı gülümsemenin “Cinnet” filminde bir korku efektine dönüşmesiyse ilginçtir. Marlon Brando'nun “Baba”, “Paris'te Son Tango” ve “Kıyamet” filmlerindeki performanslarının peşine tereddüt etmeden Patrick McMurphy'yi ve Jack Torrance'ı yazarım. Pek çok kişi ıskalar ama Jack Nicholson'un “Benden Bu Kadar” filmindeki Melvin Udall performansı da Patrick McMurphy ve Jack Torrance karakterlerinden pek aşağıda değildir, sadece Helen Hunt ve Greg Kinnear gibi Jack Nicholson da Verdell'ı oynayan Jill isimli bir Brüksel griffonunun birazcık gölgesinde kalmıştır. Yanılmıyorsunuz, ufacık ve uzun tüylü bir köpekten bahsediyorum, ister inanın ister inanmayın, hepsinden rol çalmıştı.
Tamam, “Çin Mahallesi”, “Yolcu”, ve “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” filmlerindeki Jack Nicholson da müthiştir, iki üç arkadaşımın onun J. J. Gittes, Locke ve Frank Chambers performanslarını Patrick McMurphy'ye tercih ettiklerini biliyorum, ancak yazarken on dakika düşünüp gözlerimin önünden “Çin Mahallesi”, “Yolcu” ve “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” filmlerini şöyle bir geçirdim, cık cık cık, Patrick McMurphy bir numaradır.
Sinema kitaplarını karıştırdığınızda, çoğu yazarın Dustin Hoffman'ı, Al Pacino'yu ve Robert De Niro'yu, Marlon Brando'nun veya Jack Nicholson'un seviyesine yazdıklarını göreceksiniz, sakın ha cırlayıklara itibâr etmeyin, büyük aktörlerdir, buna bir şey demem, ama asla bir Marlon Brando veya bir Jack Nicholson karatında değillerdir. “Aşk Mevsimi”, “Geceyarısı Kovboyu”, “İki Sevgili”, “Küçük Dev Adam”, “Köpekler”, “Kelebek”, “Lenny”, “Vahşi Koşu”, “Kramer Kramer'e Karşı” ve “Yağmur Adam”, harika Dustin Hoffman filmleri olmasına rağmen onlardan bir Patrick McMurphy veya bir Jack Torrance çıkaramazsınız. Al Pacino için de benzer bir liste yazabilirim, “Esrar Bitti”, “Baba”, “Serpiko”, “Köpeklerin Günü”, “Aşk Denizi” ve “Kadın Kokusu”, hepsini çok severim, gelin görün ki üslûpçuluğu aynı hüzünlü bakışların tekrârı gibi. Bana sorarsanız, size aralarında belki de en zayıfının Robert De Niro olduğunu söylerim, bu yüzden “Avcı” ve “Bir Zamanlar Amerika” beni şaşırtmıştır, nefis filmlerdir, ondan daha önemlisi emsâlsiz Robert De Niro performanslardır. “Bir Zamanlar Amerika” filmi Kadıköy Sineması'nda gösterime girdiğinde Isparta'da askerdeydim, merâkımdan bölük komutanından üç gün izin alıp İstanbul'a geldiğimi, üstümü değiştirmeden iki seans üst üste filmi seyrettiğimi, o geceyi evde kedilerimizle geçirdikten sonra da ertesi akşam Isparta otobüsüne binip 40'ıncı Piyade Alayı'na döndüğümü anımsıyorum. İzin aldığımı kimseye söylemediğimden, Besim Dalgıç alayda beni köşe bucak aramış, bulamayınca da birkaç günlüğüne dağa nöbete çıktığımı düşünüp, alayın yazlık sinemasında Visconti ustanın “Masumlar” filmini tek başına seyretmiş.
Peki, ara sıra aklınıza Mickey Rourke geliyor mu? Adam dört yıl içinde üç filmde çok büyük oynamıştı, Atillâ Dorsay'ın yüz yılın yüz elli oyuncusu kitabına baktım, maalesef ismi geçmiyor, oysa bana erkek oyuncu açısından sinema tarihinin en iyi yüz performansını sorsanız, “Siyam Balığı”, “Bar Kelebeği” ve “Şeytan Çıkmazı” filmlerindeki Mickey Rourke'ı mutlaka listeye alırım. '87'den sonra unutuldu dersem, yalan olmaz. Beyaz perdeye boksörlükten geldiği için, yüz kırk iki maça çıkıp sadece üçünde yenilmişti, '90'larda bir yığın sağlık sorunuyla boğuşmaya başlamıştı, bildiğim kadarıyla burnundan beş, elmacık kemiğinden de bir ameliyat geçirdi, bu ameliyatların sonucundaysa doktor hatasından yüzünün şekli değişti, o erkek güzeli adam kamera karşısına geçemeyecek kadar çirkinleşti. Epeyce uzun bir aradan sonraysa “Şampiyon” filminde oynadı, yine müthiş bir performanstı, Randy Robinson'a mı yoksa Mickey Rourke'a mı ağlamıştım, bilmiyorum.
'80'li yıllar benim kuşağım için en fazla Uluslararası İstanbul Sinema Günleri ile güzelleşmişti, şenliğin '82'de Uluslararası İstanbul Festivali kapsamında altı günlük bir film haftasıyla başladığı aklıma geliyor, '84'de ben askerdeyken festival bünyesinden ayrılarak Uluslararası İstanbul Sinema Günleri olmuştu. O yıl 40'ıncı Piyade Alayı'nda sinema günlerini, Besim Dalgıç, Necdet Çatak, Selçuk Önder, Mustafa Baldan ve ben, Cumhuriyet gazetesinden takip etmeye çalışmıştık, işin magazin kısmınıysa sık sık Besim'i ziyârete gelen Hale'den öğreniyorduk. Askerden döndükten sonraysa, uzun yıllar boyunca Emek ve Moda sinemalarında gösterilen festival filmlerini pek kaçırmadım. Emek'te Hikmet Dikmen ağabeyimiz vardı, bilet bulamazsam bile sorun olmuyordu, Moda'daysa Fehmi'yi ve Yücel'i görmek yetiyordu. Moda dediğim, bizim eski Kafkas Sineması'ydı, '84'de ismini Moda yapmışlardı.
Festivalde şu veya bu nedenle bir filme mi yetişemedin, oflamana puflamana hiç gerek yoktu, çünkü her mahalleye üç dört video kiralama dükkânı açılmıştı, iki tür kasetten hangisini istersek kaçırdığımız filmlerin kaçak kayıtlarını mutlaka kiralayabiliyorduk. '68 kuşağının efsâne isimlerinden Atıl Ant'ın cebi işte bu kayıtlardan para görmüştü, adamın her köşe başına “Videotek” açarak başımıza imparator kesildiğini söylersem de yalan olmaz, berbat kayıtlarını ise maalesef bize yedinci sanat diye yutturmuştu. Bir defasında onun Efes Çarşısı içindeki şubesinden “San Lorenzo Gecesi” filmini almıştım, kayıttan bir şeyi seçmek mümkün değildi, filmi bitirmesine bitirdim de, kör olmama ramak kalmıştı.
Şimdi size '80'lerden sevdiğim fimlerden aklıma geldiği kadarıyla bir liste yapayım, mutlaka saydıklarımdan birkaçı anılarınıza temas edecektir: “Fil Adam”, “Son Metro”, “Dehşet”, “Sıradan İnsanlar”, “Gloria”, “Kızgın Boğa”, “Cazcı Kardeşler”, “Gölge Savaşçı”, “Üç Adam Ölecek”, “Cinnet”, “Fitzcarraldo”, “Ateşli Vücutlar”, “Das Boot”, “Ateş Arabaları”, “Bir Aynasızın Postu İçin”, “Meksika Alevler İçinde”, “Fanny ve Alexander”, “E.T.”, “İlk Kan”, “Kahkahalar Kralı”, “Bıçak Sırtı”, “Ve Gemi Gidiyor”, “Gandhi”, “Sophie'nin Seçimi”, “İnsan Gibi Yaşa”, “Şok”, “Siyam Balığı”, “Bir Zamanlar Amerika”, “Nostalji”, “Paris, Texas”, “Ayrı Odalar”, “Swann'ın Aşkı”, “Amadeus”, “Volkanın Altında”, “Hindistan'a Bir Geçit”, “Şahit”, “Katillere Af Yok”, “Mavi Kadife”, “Hannah ve Kızkardeşleri”, “Örümcek Adamın Öpücüğü”, “Ejderin Yılı”, “Benim Afrikam”, “Ran”, “Top Gun”, “Betty Blue”, “Dokunulmazlar”, “Gülün Adı”, “Şeytan Çıkmazı”, “Müfreze”, “Benimle Kal”, “Bar Kelebeği”, “Full Metal Jacket”, “Wanda Adında Bir Balık”, “Öldüren Cazibe”, “Son İmparator”, “Çılgın”, “Zor Ölüm”, “Cehennem Silahı”, “Yağmur Adam”, “Derinlik Sarhoşluğu”, Mississippi Yanıyor”, “Ölü Ozanlar Derneği”, “Özel Bir Kadın”, “Çingeneler Zamanı”, “Sol Ayağım” ve “Doğum Günü Dört Temmuz”.
'60'ları, '70'leri ve '80'leri yaşayan birinin James Bond filmlerini ıskalaması mümkün değildir, ancak sorun filmlerde değil, kimin daha iyi James Bond olduğundadır. Sean Connery'nin “Dr. No”, “Rusya'dan Sevgilerle”, “Altın Parmak”, “Yıldırım Harekâtı”, “İnsan İki Kere Yaşar”, “Ölümsüz Elmaslar” ve “İnsan Gibi Yaşa” filmleri elbette harikadır, ancak bu filmlerdeki James Bond bana bugün nedense İngilizden çok Amerikalıymış gibi geliyor, “Yaşamak İçin Öldür”, “Altın Tabancalı Adam”, “Beni Seven Casus”, “Ay Harekâtı”, “Yalnız Senin Gözlerin İçin” ve “Ahtapot” filmlerinde James Bond olan Roger Moore'u ise çok sulu buluyorum, James Bond'u hep bir çizgi roman kahramanı gibi oynadı. George Lazenby, Timothy Dalton ve Daniel Craig isimlerini geçin, bana göre en İngiliz olan James Bond tereddütsüz Pierce Brosnan'dır, kuşkunuz varsa onun “Altın Göz”, “Yarın Asla Ölmez”, “Dünya Yetmez” ve “Başka Gün Öl” filmlerine yeniden bakın. Daniel Craig derseniz, fazlasıyla taşralı bulduğumu belirteyim, suratı en fazla Liverpool holiganlığına yakışıyor.
Allahtan arkadaşlarım gibi '80'lerin filmlerindeki kadınlar da '80'lerin çirkin modasına pek uymamışlardı, lümpen işçi sınıfı ergenlerinden aşırılma “Mullet” ve “Mohawk” saç kesimlerini, “Jheri” bukleleri, vatkalı ceketleri, buruşuk renkli çorapları, yırtık kotları, streç tulumları, tek omuzu düşük bol sweatshirtleri, kadife eşofmanları, geniş kemerleri, tozlukları ve sivri burun topukluluları aklınıza bir getirin, sonra da onların yanına örneğin '60'ların kızlarını koyun, benden söylemesi, tercihim değillerse de '60'ların bir deri bir kemik kızları seksapellerini '80'lerin kızlarından daha derinlerde saklıyorlardı, sadece bir iki Audrey Hepburn filmi seyretseniz bile '80'lere kurşunu sıkıp “Givenchy” giyinen kadınlara kaçacağınızdan emînim...
