“Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan, âh Kalamış’tan”

Semt-i dildârım Suâdiye’nin inkişâfı yenidir ama Kalamış kadimden beri hep İstanbul’un bir parçası olmuştur, örneğin 1878 yılında İdâre-i Mahsûsa’nın gemileri Caddebostanı ve Suâdiye yokken Kalamış’a uğruyormuş, 1910 yılındaysa Seyr-i Sefâin hizmete başlıyor, Kalamış’ın yine cıvıl cıvıl olduğunu kayıtlarda bulabilirsiniz, ancak Suâdiye’ye hâlâ bir iskele yapılmamıştır.

Münir Nurettin’i Timur Selçuk’un kolunda Şaşkınbakkal’da gördüğümde, hava patladı patlayacak gibiydi, baba oğulun tepesine hemen bir çizgi roman balonu kondurup, içine de “Sahibinin Sesi” etiketli 78 devirlik bir taş plak yerleştirmiştim, soğuk umurunda değildi, frak giymiş o müthiş sesin rüzgârıyla beni Kalamış’a uçurması yeterdi.

“Yok başka yerin lûtfu ne yazdan ne de kıştan / Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan, âh Kalamış’tan / Yok zerre teselli ne gülüşten ne bakıştan / Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan, âh Kalamış’tan.”

Kalamış’ı artık solmuş bir fotoğraftan görüyorum, sanırım ‘81 yazında Köhne’de çekilmişti, iki yüz on metrelik ahşap iskelenin başladığı yerin solundaki masalarda oturan Parizyen kızların gözlerindeki kayıp anıları, sabah akşam cermakçur çeken Hulusi Baba’nın “Hadiii Bakiiim!” sesini, denizin 115.821,84 metre karelik kısmının doldurulmadığını ve 319.306,74 metre karelik kısmına da yat limanının kondurulmadığını. Anlayacağınız, özelleştirme bahanesiyle anılarımızdan toplamda 435.128,58 metre karenin henüz çalınmadığı bir yıldaydı Köhne, darbenin silkelediği ne kadar umutsuz varsa, hepsi de o yaz Saadet Hanım’ın salaş çay bahçesinde birazcık huzur için toplanmıştı. Bir masada Yılmaz Öner, Lale Arkun, Fehmi Yaşar, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ahmet Nesin, Vecdi Çıracıoğlu ve Ayda Ünlüer, diğer bir masadaysa Seyhan Erözçelik, Haşim Çatış, Nilgün Marmara, Orhan Kahyaoğlu, Recai Erdinç, Ahmet Soysal, Serdar Koçak ve Gürsel Göncü otururdu. Fehmi Yaşar film çekmemiş, Cezmi Ersöz ile Vecdi Çıracıoğlu yazmaya başlamamışlardı, Nilgün Marmara derseniz, sadece Sylvia Plath edâsında bir kızdı. Arka masalardaysa Mazhar Alanson’u, Fuat Güner’i ve Özkan Uğur’u, bir de Burhan Cahit’in “Ayten” romanından fırlamışcasına ayna çatlatan küçük kızları anımsıyorum, Selda Özer’i ve Yonca Evcimik’i, sonradan onlar da şöhret oldular.

Semt-i dildârım Suâdiye’nin inkişâfı yenidir ama Kalamış kadimden beri hep İstanbul’un bir parçası olmuştur, örneğin 1878 yılında İdâre-i Mahsûsa’nın gemileri Caddebostanı ve Suâdiye yokken Kalamış’a uğruyormuş, 1910 yılındaysa Seyr-i Sefâin hizmete başlıyor, Kalamış’ın yine cıvıl cıvıl olduğunu kayıtlarda bulabilirsiniz, ancak Suâdiye’ye hâlâ bir iskele yapılmamıştır. Aslında Suâdiye diye bir semt de yokmuş, eskiler için orası Domuz Damı mahalliymiş, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer, sağda solda cins-i hınzîr dolaşıyor, bir de iyi havalarda tütün kaçakçıları.

Benim Kalamış’a ilk gelişim ‘71 olmalıdır, babam Todori’de İhsan Ünlüer ile buluşacakmış, adamın hayranıyım, onun yazdıklarını “Yuki” okumak kadar seviyorum, Cumhuriyet gazetesinden kesip kesip bir deftere yapıştırıyorum, böyle bir fırsatı hiç kaçırır mıyım, babamın peşine takılıp ben de Todori’ye giriyorum. İhsan Ünlüer müthiş biriydi, futbol tutkumu şıppadak çakmış olacak ki, bütün gün benimle futbol konuştu, şöhretler karmasında kalecilik dahi yapmış, defterimi o gün Todori’ye götürüp de ona imzalatmadığıma nasıl pişman oldum, sormayın. Yedi sekiz yıl sonra kızı Ayda ile Süleymaniye’de tanıştım, tıp okuyordu, meğerse bizim Ahmet Zeki Pamuk’un kolejden arkadaşıymış, ‘80 sonrasında Ayda da bizimle Köhne’deydi. Ancak, Köhne’den önce yaşamımda Orhan vardı, Esat Mahmut’un apartmanının altındaki Bali Ekeman’ın köşküne Orhan Varhoş’un açtığı restoran ve çay bahçesi. ‘79’da Orhan’ın müşterilerinin çoğunluğu İstanbul Hukuk’un solcu öğrencileriydi, Ziya, Rafet, Cem, Tuğrul, Ahmet, Feridun, Meral, Haldun, Necati, Cenk, Mutlu, Ahmet Zeki, Engin, Nermin, Ayşe, Yasemin, Gülce, Barbaros, Nilgün, Hakan, Turgut, Özcan, Funda, Semra, Ali, Mustafa, say say bitmez, elbette diğer fakültelerden de arkadaşlarımız vardı, Begim, Rana ve Sibel, onlardan aklıma ilk gelen isimler.

Erkeklerin Âzem, kızlarınsa Melike olduğu yıllardaydık, sırtlarımızdaysa “Arkadaş” şarkısının ağırlığını taşıyorduk.

“Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş / Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş / Dolduramaz boşluğunu ne ana ne kardaş / Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş / Ortak olmak her sevince, her derde, kedere / Ve yürümek ömür boyu, berâberce el ele / olmasın hiç o tâ içten gülen gözlerde yaş / Yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş.”

İsimlerini yazdıklarımdan, Gülce, Ayşe ve Mutlu, artık anılarımızdalar, mekânları cennetleri olsun.

Orhan’a takıldığımız yıl şehr-i İstanbul’un Bizans dönemine merâk sarmıştım, ne bulursam okuyordum. Aklımda kaldığı kadarıyla, semt-i dildârımız Bizans döneminde pek hayırla anılan bir mahal değilmiş, tamam Bağçe-i Fener tarafında yazlık saraylar manastırlar filan varmış da, şimdiki Kalamış asırlar boyunca Kurbağalıdere’ye kadar boydan boya sazlık kalmış, bir de mahallin uğursuz düz siyah taşları kayıtlarda geçiyor, o taşlar Iustinianus devrinde liman inşâsında kullanılmış, 602 yılında ise İmparator Mauricius’un ve çocuklarından birkaçının kelleleri onlarda uçurulup Konstantinapolis’e getirilmiştir. Mevzû-i bahis siyah taşlar muhtemelen Orhan’ın civârındaydı, Esat Mahmut’un apartmanının veya Çıngırlı’nın bahçesinin hemen altında olabilirdi. İdamlar 7’nci yüzyılın başında yapılmıştı, bizse 20’nci yüzyılın son çeyreğinin içindeydik, aradan on üç asır geçmiş, inşâât deliliğinden taş mı kalır, yine de günlerce Tuğrul Cılanbol ile onları aramıştık. 16’ncı yüzyılda Petrus Gyllius’un da kalıntıların peşine düştüğünü biliyordum, ancak yanlış yerlere bakmıştı, oysa ben doğru mahalde olduğumuzdan emîndim.

Orhan’ın karşısındaki apartmanların önündeki Huzur kapanmıştı, oranın cümle delileriyse ‘70’lerin sonlarında Köhne’ye yerleşmişti. Saadet Hanım’ın bizlerden önce Kuru Nadir, Gabi Ömer, Hades Sadık, Psikopat Caner, Yamuk Ali, General Halil, Deli Tuba, Köse Ali ve Mefisto Gürcan gibi müşterileri vardı, onlardan bir Mefisto Gürcan ‘81’de arkadaşımız olmuştu, çünkü üflentici değildi, darbeden önce bir sol fraksiyonun ağır abileriyle takıldığını söylerdi. Onu en son 2010 kışında Kadıköyü’nde gördüğümde bir sağlık ocağında doktor olarak çalışıyordu, maalesef aynı yılın baharında Kalamış’taki dairelerinde karısı tarafından bıçaklanarak öldürüldü, gazeteler kıskançlık krizi diye yazmıştı, yirmi beş yıllık karısını da tanırdım. Aramızda Köhne’nin üflentici takımından sadece Güven vardı, çok iyi bir çocuktu, kendisine ne kadar yalvarsak da bir türlü sarı kız bağımlılığından kurtulamıyordu, yanımızda sarı kız içemediğinden hep boncuk boncuk terlediğini anımsıyorum, sonra bir bahâneyle ortadan kaybolurdu, palamuta gittiğini bilirdik de, nedense bir ona sesimizi çıkarmazdık. Bir gün, Güven’e işimiz düşmüştü, çünkü çocukluğunda kendisini terk eden annesi artık sosyetede önemli bir isimdi, saatlerce onu Köhne’de bekledik, gelmedi, sonunda iki üç kişi evinin kapısını çaldık. İçerden bangır bangır Janis Joplin’in sesi geliyordu. “Cry baby, cry baby, cry baby / Honey, welcome back home.” Bembeyaz suratla kapıyı açtı, salondaki iki abajurun üstü de portakal renginde birer kadın eşarbıyla örtülmüştü, iki üç dakika sonraysa arka odaların birinden kırmızı saçlı ecnebi bir kız geldi, ayakta kavak ağacı gibi sallanıyordu, cank yaptıklarını söyledi. Biz Güven’in sadece sarı kız çektiğini sanıyorduk, oysa asıl mübtelâyi marazı cankmış. Sanırım o gün Güven’i son görüşümüzdü, biz mi aramızda bir canki istememiştik yoksa o mu bizden utanmıştı, şimdi tam çıkaramıyorum, yedi sekiz sene sonraysa Güven’in evlendiğini duydum, sarı kızı da cankı da bırakmış, ama bir gece Murat Güneş’e sohbete Kalamış’ın az ilerisindeki Dalyan’a gitmiş, dönüşünde dairesinin kapısını açıp içeriye adım attığındaysa füc’eten kalpten dünya değiştirmiş. Eskilerden bir General Halil’in Köhne’den hasarsız çıktığını söylerlerdi, Yehova’nın Şâhidi olup güneyde bir şehre yerleşmiş.

Orhan’daki ve Köhne’deki dostluklarımız bitli bico sirkeli haco tarzıydı. ‘40’larda ve ‘50’lerde, Münir Nurettin’e ve İzzettin Ökte’ye de Kalamış’ta bitli bico sirkeli haco derlermiş, onların ‘47’de açtıkları Kalamış Lokali ise, bazılarının yazdığının aksine, koyda değil, Bağçe-i Fener burnuna inerken Fener-Kalamış Caddesi ile Atlıhan Sokak arasındaki parselde olduğu muhakkaktır. Lokale üyelerin dışında kimsenin alınmadığını, mekânlarında haftada iki gün şarkı söyleyen Münir Nurettin’i dinlemeye gelenlerin sadece viski içebildiklerini anılardan öğrendim. Cermakçur da yok sofrası da, ama üstâdımız epeydir Kalamış için Nihavend bir şarkı bestelemek istiyormuş da, güftesini kime yazdıracağında gel gitler yaşıyormuş. Yahu, bintü’l ineb olmadan Nihavend şarkıyı kim dinler! Bana uymazsa da Münir Nurettin’in mutlaka bir bildiği olmalıydı. Sonunda aklına Behçet Kemal geliyor, şâirimiz kendisi gibi âfet-i devrânlara meftûndur ya, şâyet onu havuç ve sopa yöntemiyle kandırabilirse, istediği güftenin çıkacağını düşünüyor. Bu nedenle Behçet Kemal’i Kalamış Lokali’ne davet ediyor, Münir Nurettin onu kapıda cicikleri kampana çalan bir ağır vasıtayla karşılıyor, şeytânın kıçına anahtar uydurmak diye buna denir, üçü bir sandalla denize açılıyorlar. Behçet Kemal’in elinde kâğıt kalem, karşısındaysa üstten farlarını yakıp, alttan bir tabak meze aman ne taze servisi yapan cicozcu kadın, şâirimize “Hadi yaz, benim için yaz!” deyip duruyor, Behçet Kemal dakikada bir vites değiştirirken, kırk yılda bir fıldışlık yapmaya kalkışan Münir Nurettin ise küreklerde mıdığını eğmiş, kendisini tuvalet müstahdemi gibi hissediyormuş: “Kalamış Şarkısı” işte böylesine ağır şartlarda yazılmış, ben bu hikâyeyi vaktiyle Ayten Yavaşça’dan okumuştum, o da İsmet Bozdağ’dan duymuş, ne kadarı doğrudur, bir şey diyemiyorum. Cicozcu kadının ismini de merâk ettiniz değil mi, hadi onu siz bulun.

Köhne’den Bostancı’daki İstasyon Çay Bahçesi’ne, Kafe Tunca’ya ve Derya Çay Bahçesi’ne geçişim ‘82 yazında olmalı. İstasyon Çay Bahçesi demek insanı yoruyor, bu yüzden bizim kuşak oraya sadece Kargalı derdi, daha çok ‘80 öncesindeki yıldızından yumruk çıkan fraksiyonun sempatizanları oradaydı. Atilla’yı ve Orhan’ı kanserden kaybedeli epey oluyor, Süleyman yıllardır Fransa’da yaşıyor, Haydar’ın ismi bir ara müessir fiil vukuatlarından dolayı polis anonslarına düşmüş, Yavuz sanırım Amerika’dan döndü, ağabeyi Tamer’i epeydir görmüyorum, Semerci kardeşlerin en küçükleri olan ve günümüzün meşhûr film yönetmenlerinden Levent ise o vakitler dokuz yaşında kısa pantolonlu bir çocuktu, Metin, Asaf Güven ve Vedat farklı fraksiyonlara çalışmışlardı ama onlarla aynı masayı paylaşırlardı. Suâdiye Lisesi’nin ülkücü kızlarından Ayça bile sabahtan akşama solcularla çene atardı, sonradan Fethiye’ye yerleşti, yanındaysa hep Funda’yı anımsıyorum. Suâdiye Lisesi’nden bir Ayhan Hınçal yoktu Kargalı’da, çünkü onu ‘79’da on altı yaşındayken öldürmüşlerdi, acılı babası ara sıra çay bahçesine uğrardı. Kargalı’nın en ağır masasıysa tepe sersemlerinin pek hazzetmediği kültür mantarlarınındı, Ünal Dinçkök, Zeki Coşkun, Cezmi Ersöz, Harun Turgan, Mehmet Öznur, Hatice Mumcic, Hakan Soydan, Billur Yaltı, Mehmet Ulukan, Nurzer Öznur, Osman Canik, Tevfik Şenyuva, soyisimlerini bir türlü anımsayamadığım Mesut, Suriye, Hilal ve Sibel, sonuncusu tıp okudu, Amerika’ya histoloji ihtisası için gitmişti, onu yıllar önce meme kanserinden kaybettiğimizi ise yeni öğrendim, şimdilik aklıma gelen ilk isimler: Peki, haftaya onlarla Kargalı’da buluşup çay içmeye ne dersiniz?

YORUMLAR (14)
14 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.