Aşırı cezaevi doluluğu, hangi gerçeklerin aynası? Af çözüm mü?
Ülkemizde toplam 297 bin kapasiteli cezaevlerinde kalan tutuklu ve hükümlü sayısı, yaklaşık 410 bine ulaştı.
Cezaevlerinde doluluk oranı %138…Yani aslında 115 bin mahkuma yer olmadığı için, bir çok cezaevinde mahkumlar adeta balık istifi yatıyor?
Tam da bu aşamada, soruna çözüm alternatifi olarak, genel af söylemleri ve beklentileri, giderek yükselen bir dalga halinde gündeme gelmeye başladı.
Statista’nın 2025 yılı verilerine göre, Türkiye, dünya ülkeleri arasında hapishanelerinde her “100 bin kişiye düşen mahkum sayısı sıralamasında,” 459 mahkumla, 12’inci sırada geliyor.
1659 mahkum sayısıyla El Salvador’un 1’inci sırada, 785 mahkum sayısıyla Küba’nın 2’inci sırada, 620 mahkum sayısıyla Rwanda’nın 3’üncü sırada, 541 mahkum sayısıyla ABD’nin 5’inci sırada yer aldığı listede; Türkiye’den daha önce yer alan diğer ülkeler, Türkmenistan, Amerikan Samoa, Panama, Tonga, Guam, Bahama ve Gabo Verde…Uruguay ve Brezilya, Türkiye’nin ardından geliyor.
100 bin kişiye düşen mahkum sayısında dünya ülkeleri ortalaması 140 kişi…Son rakamlarla Türkiye’de mahkum sayısı, dünya ortalamasının da yaklaşık 3.3 katı üzerinde…Türkiye bu sonuçla, aynı zamanda Avrupa’da en kalabalık cezaevi nüfusuna sahip ülke konumunda…
Bir çok yönüyle istisna oluşturan ABD’yi dışarıda tutarsak, Türkiye gibi köklü devlet geleneği, derin kültürel ve tarihi mirası ve nisbeten güçlü toplumsal dayanışması bulunan bir ülkenin; henüz devletleşme sürecini tamamlayamamış, kamu otoritesinden ve can güvenliğinden bütünüyle yoksun Latin Amerika ülkeleriyle bir arada yer alması hayli itibar kırıcı ve utandırıcı bir sonuç.
Ülkelerde nüfusa oranla mahkum sayısının yüksek olması; cezaevlerinde doluluk oranlarının yüksek olmasıyla paralellik gösteriyor. Yani mevcut tablo, aynı zamanda cezaevlerinde “kapasiteyi aşan sayılarda mahkum bulunduğu” anlamına geliyor.
El Salvador, Küba, Rwanda, Panama, Guam, Bahama, Uruguay ve Brezilya gibi ülkelerde cezaevi doluluğunun, mevcut kapasitenin %140-300 fazlasına ulaşabildiği görülüyor. Bu ülkelerde, aynı zamanda cezaevi fiziki standartları ve barınma şartları çok kötü durumda ve mahkumlar sık sık uluslararası medyaya yansıdığı gibi genelde insanlık dışı şartlarda yaşıyorlar.
Bu ülkelerde yüksek cezaevi nüfusu, yüksek doluluk oranları, kötü ve insanlık dışı barınma şartları ile; kalkınma düzeyi, sosyoekonomik gelişmişlik, kişi başına düşen milli gelir, yoksulluk oranı ve gelir adaletsizliği seviyeleri arasında yakın bir ilişki var. Bu bağlamda bu ülkelerin genellikle azgelişmiş ve yüksek yoksul nüfus oranlarına sahip olduklarını; mili gelirlerinin kişi başına ortalama 4.000-5000$ bandında bulunduğunu, 50’ler civarındaki GINI katsayısıyla derinleşmiş yüksek gelir adaletsizliği içinde yaşadıklarını görüyoruz.
Öte yandan bu ülkelerin; demokratik yönetim, hukukun üstünlüğü hesap verebilirlik, temel haklar ve özgürlükler gibi demokratikleşme ve yönetişim kalitesine ilişkin göstergelerde de dünya ülkeleri arasında hayli gerilerde yer aldıklarını görüyoruz. Yine buralarda, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, otoriterleşme eğilimleri, rüşvet ve yolsuzluk (hemen hepsi yolsuzluk algı endeksinde kötü sıralarda), cezaların caydırıcılıktan çok kitlesel bastırma aracı olarak kullanılması şeklindeki ortak ve yaygın özellikler, güvenlik ve adalet sistemlerindeki bozulmanın doğrudan yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Genel olarak bu ülkelerde, kamu otoritesinin zayıflığı, asayiş düzeninin ve can güvenliğinin sağlanamaması, cinayet oranlarının yüksek olması, suçluların gereği gibi yakalanıp cezalandırılamaması, sokaklarında mafya ve çetelerin cirit atması, mahkemelerde iş yükünün aşırı fazlalığı ve davaların yıllarca sürüncemede kalması gibi ortak karakteristikler; nüfusa göre yüksek mahkum sayıları ile cezaevlerindeki yüksek doluluk oranları arasında anlamlı bir ilişki kurmamızı mümkün kılıyor.
Türkiye’nin aynı kategoride bulunduğu ülkelerden öyleleri var ki, gece belli mahallelerde hayatınızı kaybetme endişesi taşımadan veya cebinizdeki parayı soygunculara kaptırmadan dolaşmanız; dördüncü kattaki evinizin pencerelerinde demir parmaklık bulunmadan uyumanız mümkün değildir.
Şimdi soralım bakalım; Türkiye gerçekten mevcut sosyo ekonomik gelişme göstergeleri ile bu ülkeler arasında bulunmayı hakediyor mu? Türkiyenin yeri burası mı?
Aslında hayır!…
Bu sonuç, Türkiye’nin sosyal yapısı ve ekonomik şartları yönünden bir çok noktada bu ülkelerden iyi standartlara sahip olmasına rağmen; adalet hizmetleri kalitesi, mahkum sayısı ve cezaevi standartları itibariyle ciddi bir çöküş ve sistem yetmezliği sorunuyla karşı karşıya bulunduğunu gösteriyor.
Tam da bu noktada, nüfusu Türkiye ile aynı olan Almanya’nın durumunu ortaya koymak ve ülkemizle karşılaştırmak, içinde bulunduğumuz gerçeği anlamak bakımından isabetli olacaktır:
Almanya’da 2024 sonu itibariyle cezaevlerindeki toplam tutuklu ve hükümlü sayısı, 59 bin civarında…Bu, Almanya’da her 100 bin kişiye 68 mahkum düştüğünü; Türkiye’de nüfusa göre mahkum oranının Almanya’nın yaklaşık 6.8 katı olduğunu gösteriyor. Ayrıca Almanya’da cezaevlerindeki doluluk oranı %80.1; yani %20 boş kapasite var ve bu nedenle yeni cezaevi yapma ihtiyacı duymuyorlar.
Almanya örneğinden bakarsak, demek ki, güçlü ve kalkınmış bir devlet olmanın gereği; toplumda sosyal refahı ve ceza adaletini tesis edebilmek, suç zemininin oluşmasına meydan vermemek, suçluları gereği gibi cezalandırmak ve cezaları gereği gibi infaz edebilmekten geçiyormuş.
Türkiyedeki bu ağır tablonun sebebi, hapse mahkum olanların sayısına göre ve dolayısıyla ihtiyaca uygun cezaevi inşa edilmemesi midir? Yani mutlak anlamda, cezaevlerinin yetersizliği midir?
Elbette hayır!
Cezaevlerinin tıka basa dolu olması, cezalarını adamakıllı çekmek üzere hapse atılanların uzun süreli orayı doldurmalarından ve mevcut kapasiteyi işgal etmelerinden kaynaklanmıyor. Aksine, cezaların caydırıcı olmaması, mahkumların aldıkları cezaların infaz uygulamasıyla neredeyse yok mesabesine indirilmesi veya cezalarının belli bir süresini yatanların olur olmaz sebeplerle (kısmi veya genel af, iyi hal, şartlı tahliye, açık cezaevine ayrılma vb) tahliye edilmeleri; tekrar tekrar suç işleyerek sabıka sayılarını arttırmış şekilde tekrar cezaevinin yolunu tutmaları, eski suçluların veya yenilerinin kısa sürelerle cezaevlerini doldurup tekrar boşaltmalarından ileri geliyor. Yani, tabir caizse cezaevlerinin birer “yol geçen hanına” döndürülmüş olmasından kaynaklanıyor.
Eğer Türkiye’de kronikleşen cezaevi yetmezliği sorununun kısa vadede yeni cezaevi inşasıyla mümkün olmadığı gibi bir gerekçe ileri sürülüyorsa; bunun çok pratik, etkili ve kısa sürede sonuç verecek blr çözümü var:
Ankara’da yapımı sürmekte olan yaklaşık 740 bin m2 kapalı alanlı, dünyanın en büyüğü olmaya aday, yeni Adliye sarayı hızlı bir plan değişikliğiyle cezaevine dönüştürülürse, burada mahkum yatağı başına 7.5 m2’den yaklaşık 100 bin mahkumun barındırılması pekâlâ mümkün olabilir. Aynı “hovardaca” alan kullanımının tüm illerde yeni yapılan adliye saraylarında bulunduğunu düşünün…Böylelikle tüm Türkiye’de, cezaevlerindeki kapasite fazlası mahkumların “yatacak yer sorunu” çözülmüş olacaktır.
Yaklaşık 4 milyon nüfuslu Berlin’de toplam kapalı alanı 110 bin m2 olan adliye binalarında, çalışan başına ortalama brüt 63 m2 hizmet alanı düşerken; Ankara Adliye sarayı tamamlandığında, halihazırdaki toplam 190 bin m2’lik hizmet alanı yaklaşık 4 katına çıkacak ve çalışan başına yaklaşık brüt 150 m2 gibi yüksek bir alan düşecektir.
Cezaevlerinde mahkumlarımızın, kimi koridorlarda, kimi aynı yataklarda nöbetleşe yatarken; Türkiye’de adalet hizmetlerini eksiksiz yerine getirmekle yükümlü yargı teşkilatımızın, dünyanın hiç bir ülkesinde görülmeyen standartlarda konfor arayışında olması ve çalışan başına böylesine akla ziyan büyüklükteki alanlarda görev yapılması hiç bir şekilde kabul edilemez. Ne yazık ki, bu şartlarda adalet yönetiminin mesleki konfor ve prestij standartlarına öncelik vermesi, ancak Türkiye’nin cezaevi gerçeğine ve adalet sisteminin sürekli sorun üreten yapısına bigane ve duyarsız kalması olarak nitelendirilebilir.
Özetle, cezaevlerinin doluluğu, yeterli yapısal fiziki kapasite inşa edilmemesinden kaynaklanmıyor. Esas olarak ceza ve infaz adaletinin sağlanamamasından; cezaların gerek daha önce suç işleyenlerde, gerek yeni suç işleme girişimlerinde caydırıcı olamaması nedeniyle sınırsız büyüme sarmalına kapılan ve kangrenleşen suç ekosisteminin, giderek daha fazla sayıda suçlu üretmesinden ileri geliyor.
