Sürekli devletten ''himmet bekleyen'' bir toplum olduk
Türkiye, giderek çok daha geniş kapsam ve yaygınlıkta artan bir şekilde, toplumun hemen her kesiminden insanların; iş, kadro, gelir ve kazanç arayışlarının ve mağduriyetlerinin çözümünün neredeyse tamamen siyaset mahfiline yöneltildiği ve her şeyin devletten beklendiği bir ülke haline geliyor.
Medyanın gündeminden hiç düşmeyen konu başlıkları:
-Atanamayan öğretmenler
-Kademeli emeklilik bekleyenler,
-Yardımcı hizmetler sınıfı,
-Staj ve çıraklık mağdurları,
-3600 ek gösterge bekleyenler,
-Yapı kayıt mağdurları,
-KİT personeli,
-Kadro bekleyen taşeron işçiler,
-Atanamayan uzman çavuşlar
-Vergi, sigorta prim affı bekleyenler
Toplumun farklı kesimlerinden, farklı mesleklerden, farklı eğitim düzeylerinden farklı iş ve meşguliyet alanlarından herkes; mağduriyetinin giderilmesini, kadro-atama, terfi-maaş zammı, vergi veya cezalarının affedilmesini bekliyor.
Bu cümlelerde yer alan gruplar için hep aynı niteleme sıfatı kullanılmış: “bekleyenler”
Kısaca herkes bir güzellik, bir “kıyak” bekliyor.
Nereden?
Hemen hepsi tepeden, “irade-i seniyyeden,”“irade-i şâhâneden,” yani devletin en yüksek katından…
Mevcut sorun yükünü, sadece kamu görevine girmek isteyenlerin atanma talepleri ve kamu kesiminde çalışanların hak ve ayrıcalık talepleri oluşturmuyor. Bugün Türkiye’de işçi, işveren, çiftçi, borçlu, esnaf, girişimci, büyük işletme sahibi, beyaz yaka, mavi yaka, genç işsiz, emekli adayı, hatta kimi zaman özel sektör aktörleri bile fırsat ve imkânın kaynağını devlette görüyor. Devletin, ekonomik hayatın merkezindeki belirleyici rolü ve kaynak dağıtım mekanizmasının siyasallaşması, zamanla toplumun neredeyse tüm kesimlerinde “devletten himmet” beklentisinin normalleşmesine yol açmış bulunuyor.
Bu tablo, yüzeyde yalnızca ekonomik taleplerin veya mesleki mağduriyetlerin bir yansıması gibi görünse de, aslında çok daha köklü, tarih boyunca şekillenmiş ve bugünün siyasal sisteminin kurumsal işleyişiyle pekişen bir “ihsan–iâne–himmet kültürünün” yeniden üretimi anlamına geliyor. Günümüzde, toplumun çok farklı kesimlerine mensup kitlelerin aynı zeminde yer alması tesadüf değildir; aksine, günümüz Türkiye’sinin karakteristik devlet–vatandaş ilişkisinin özlü bir ifadesidir.
Bu farklı grupların ortak paydası, piyasa düzeninin doğal işleyişinden, emek ve üretkenliğin karşılığından, arz-talep mekanizmasının dengelerinden veya kurumsal rasyonellikten doğan haklar için mücadele etmek değil; aksine, devletten bir tür “jest,” “lütuf” veya “iane” olarak gördükleri iyileştirmeleri beklemek, yani “tepeden gelecek bir ihsana” bel bağlamaktır.
Bu eğilim içindeki kişi ve gurupları bireysel talep ve beklentileri nedeniyle yadırgamak veya suçlamak doğru değil. Çünkü bu davranış biçimi, insanların tercihinden ziyade içinde yaşadıkları sistemin doğrudan bir sonucudur. Liyakat odaklı, öngörülebilir, kuralları açık, adil bir rekabet düzeninin; eğitimin, emeğin ve üretkenliğin karşılık bulduğu bir ekonomik yapının, hukuki güvenliğin ve kurumsal rasyonelliğin olmadığı veya zayıf olduğu toplumlarda, insanlar kendi çabalarıyla bir yere gelme imkânının sınırlı olduğunu tecrübeyle öğrenirler. Böyle bir düzende, sistemden beklediğini elde etmenin yolu, gayret ve üretimden değil; “doğru kapıyı çalmak,”“geçerli yolları izlemek,” “doğru kişilere ulaşmak” ve “iktidar merkezine yakın olmaktan” geçer.
Türkiye’de bu dinamiğin belirleyici gücü, vatandaşların ahlaki veya kişisel zaafından değil, toplumsal-siyasal sistemin, “patrimonyal” ve “rant dağıtıcı” örgütlenme ve işleyiş yapısından kaynaklanmaktadır. Mitinglerde, gezilerde insanların seslerini cumhurbaşkanına doğrudan duyurma çabası ya da sosyal medyadaki hak arayışlarının doğrudan cumhurbaşkanına yönelik olması, bu sosyokültürel ve kurumsal dönüşümün en somut göstergesidir.
Bu tür taleplerin ortak özelliği, piyasa ilişkilerinin doğal sonuçlarından doğmamalarıdır. “Merit” esaslı bir sosyal ve ekonomik sistemde; uzmanlık, bilgi, tecrübe ve performans; hem üretim ve istihdamda hem de yükselmede belirleyici rol oynar. İş hayatında arz-talep mekanizması ve kuralları belli bir çerçevede işleyen bir “sözleşme düzeni” vardır. “Himmet ve iane toplumunda” ise, kişi çoğunlukla “aktif üretici” değil, “pasif hak sahibi olarak” konumlandığından; beklentileri üretiminden ya da emeğinden değil, devletçe sağlanacak bir imtiyaz veya kazanımdan karşılanmaktadır. Benzer şekilde, borçluların vergi ve prim affı, ruhsatsız yapı sahiplerinin imar barışı, yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin ceza indirimi beklentisi de üretkenliğe değil, devletten talep edilen “istisna”ya dayanır. Böylece devlet, zihinlerde hem pozitif anlamda “fırsat sağlayıcı” hem de negatif anlamda “ihlalleri affedici” bir mekanizma olarak konumlandırılmıştır.
Bu davranış biçiminin çok daha köklü bir sosyo-kültürel temelinin olduğu açıktır. Osmanlı mirasından bugüne kadar gelen “ihsan,” “iâne,” “lütuf,” “himmet” kültürü; devleti bir otorite değil, bir tür “yedirici, doyurucu, bakıcı, besleyici” güç olarak konumlandırır. Devlet vatandaşının iş bulmasına, ev sahibi olmasına, borçtan kurtulmasına yardım eden; onu gözeten, kollayan, koruyan “baba” figürüdür.
Bu yerleşik olgular ve toplumsal kabuller kökleşip siyasi ve idari kültürün bir parçası haline geldiğinde ve sistemsel bir yapıya büründüğünde; o toplumda gelişme ve ilerleme dinamikleri körelir. Kalkınma potansiyeli zayıflar. Üretkenlik, verimlilik, inovasyon ve emeğin karşılık bulması geri plana itilir. Ülkenin kaynakları verimli ve etkili kullanılamaz. Kamu kaynakları ve bütçe imkanları, gerçek üretim odaklı alanlara değil; aşırı istihdama, şişkin kamu personeli kadrolarına, verimsiz ve israfçı kamu yatırımlarına harcanır.
Ehliyet ve liyakat sisteminin mevcut olmadığı, uzmanlık ve bilgi birikiminin değer görmediği, tutarlı bir sistem altyapısı üzerinde objektif kurallara dayalı bir düzenin bulunmadığı bir siyasi ve organizasyonel yapıda; birikim ve uzmanlıkları karşılığında bir yere gelenler, kısaca “hakettiklerini elde edenler” yoktur. Talihliler veya talihsizler, başına devlet kuşu konanlar veya konmayanlar, işini bilenler veya bilmeyenler, fırsatları kapanlar veya kaçıranlar, erken davrananlar veya geç kalanlar vardır.
Bütün bunların üzerine, popülizmin siyasal sistemde giderek baskın bir araç haline gelmesi, süreci bir kısır döngüye sokar. Bir kez devlet, oy karşılığı belli bir gruba ayrıcalık sağladığında (mesela bir af, bir erken emeklilik, bir ek gösterge, bir imar barışı, bir istihdam kapısı) bu durum “kötü emsal” olarak tüm toplumda yayılır. Bir grubun elde ettiği imtiyaz, diğer tüm gruplar tarafından “bizim de hakkımız” argümanıyla talep edilir hale gelir. Bu ise EYT örneğinde gördüğümüz gibi, siyasi partilerin her seçim döneminde birbirleriyle yarışarak daha fazla vaadde bulunduğu bir popülist sarmal oluşturur. Artık siyaset, “toplumun taleplerini rasyonelleştiren” bir mekanizma olmaktan çıkar; tam tersine, talepleri daha da büyüten, onları meşrulaştıran ve sistemin dejenerasyon sürecini hızlandıran bir “simbiyotik bağımlılık” ve baskı grubu ekosistemine dönüşür.
Görüldüğü üzere, Türkiye’de emeklilik sisteminin aktüeryal dengelerini bozan “EYT” düzenlemesinin hayata geçmesiyle, aynı yaş ve benzer şartlardaki tüm gruplar aynı hakkı talep etmeye başlamıştır. Benzer şekilde, imar barışları, vergi afları, borç yapılandırmaları ve kamu personel alımlarındaki ölçüsüz artışlar da aynı “emsal etkisi” yoluyla talep dalgalarını büyütmektedir. Zamanla bu durum, siyasal sistemde benzer beklentileri olan tüm kesimlerin, ellerindeki oy gücüyle “örgütlü baskı gruplarına” dönüşmesine yol açmaktadır. Staj mağdurlarından taşeron işçilere, çeşitli hak arayışı derneklerinden af isteyen platformlara kadar, pek çok grubun “kollektif örgütler” oluşturması, bu yapısal dönüşümün bir sonucudur.
Bugün giderek daha görünür hale gelen bu tablo; Türkiye’nin üretici ve rekabetçi bir toplum olmaktan uzaklaşarak, devletin kaynak dağıtım kanallarına tutunmaya çalışan, talep kültürüyle beslenen, popülizmin yönlendirdiği bir “himmet toplumu”na doğru evrilmesini ifade ediyor. Bu olumsuz gidişatın geri dönülmez bir noktaya gelmemesi için; devletin rolünün yeniden tanımlanması, piyasa ve hukuk düzeninin güçlendirilmesi, toplumun “hak ve sorumluluk” dengesini yeniden öğrenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türkiye; toplumsal, siyasal ve ekonomik açılardan içinden çıkılması zor bir kısır döngüye hapsolacaktır.
