Mucizevi kurtuluşlar bizi kurtarabilir mi?
Türkiye tarihinin zihinsel olarak en büyük kırılmalarından biri 1999 depremiydi.
Her şey gücü yeten, hikmetinden sual sorulmaz, her yerde nazır ve nazır olan güçlü devlet fikri 7.4’lük depremle enkaz altında kaldı.
Devletin boşluğunu sivil toplum doldurdu. Türkiye, sivil toplumun değerini ve önemini de bu depremle öğrendi.
Depremle birlikte yıkılan tabulardan biri de "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" fikri olmuştu. Dünyanın her yerinden kurtarma ve yardım ekipleri Türkiye’ye koşmuş, günlerce enkazların altından insanları kurtarmış, aylarca kurdukları kamplarda yardım çalışmaları yapmışlardır.
Tabii o günlerde bu tabuların yıkılmasından rahatsız olanlar vardı.
Sivil toplum örgütlerinin önü kesilmiş, vakıflar irticacı, terörist diye deprem alanlarına sokulmamaya çalışılmıştı.
Geçen haftalarda hayatını kaybeden dönemin MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş, AKUT’a ve diğer sivil toplum örgütlerine “şov yapıyorlar” demiş, on binlerce insan seyyar hastanelerde açık havada tedavi edilmeye çalışılırken ABD’nin 6. Filo'ya bağlı 3 gemisini yüzer hastane olarak Türkiye'ye gönderme teklifini reddetmiş, Yunanistan ve Ermenistan’dan gelen doktor ve yardım ekibini geri çevirmişti. Yabancı doktorların ülkeye hastalık taşıyabileceğini, Türk doktorların denizde yıkanacağını ama onlara duş ve tuvalet bulamayacaklarını dahi söylemişti.
Bu nobranlıklara karşı depremden bir hafta sonra Yeni Şafak gazetesinin attığı manşet unutulmazdır:
“Teşekkürler Yabancı”
“Acılı günümüzde koşup geldiğin, acımızı paylaştığın, bir umudu canlandırmamıza yardım ettiğin için, her nereden geldiysen ve nereye gidiyorsan, teşekkürler... O sabah, evlerimiz başımıza çöktü. On binlerce insanımızı kaybettik. Siz, dünyanın dört bir yanından, Avrupa'dan, Asya'dan, Amerika'dan, Afrika'dan koşup geldiniz. Bize umut oldunuz. Acımızı paylaştınız. Beton ve demir yığınlarının altından gelen bir nefes, bizim kadar sizi de sevindirdi. Bir çocuğun enkaz altında sönüp giden hayatı için, bizimle birlikte siz de gözyaşı döktünüz. Dilimizle anlaşamadıysak da, kalbimizle anlaştık. Bütün güzel şeyler için, bütün kalbimizle size teşekkür ediyoruz.”
Gazete ikinci manşetini de bakana ayırmıştı, yine efsane bir başlıkla:
“Bakanımızın kusuruna bakmayınız”
“Gelip gördün, ey yabancı. Biz sıcak insanlarız. Ne kadar darda olsak, misafirimize hürmet ederiz. Biz ne kadar sıcak, ne kadar sevecen olursak olalım, ne yazık ki, büyüklerimizin suratı biraz asıktır. Biz, asık suratlı olmasına rağmen, devletimize 'Baba' deriz. Bakanımız, size kem söz söylemiş olabilir. Sizi incitmiş olabilir. Lütfen, bu acılı günlerimizde, içimizdeki birkaç kişinin sözlerine, davranışlarına bakarak bizi yargılama. Güle güle dön ülkene, sana minnettarız yabancı.”
Yeni Şafak’ın manşeti deprem sonrası Türkiye’de oluşan havayı, zihniyet değişimini, devlete karşı eleştirel bakışı çok iyi anlatıyor.
Zaten bu bakışla 1999 depreminden sonra Türkiye bir reform, demokratikleşme sürecine girdi, AB adaylığının yolu açıldı.
Deprem sonrası baştan aşağı değişen inşaat mevzuatı, devletin ve sivil toplum örgütlerinin kurtarma ve yardım alanlarında yaptığı büyük atılım da depremden çıkarılan derslerin, sivil toplumun artan etkisinin bir sonucuydu.
İzmir depremi haberlerini izlerken bütün bunları yeniden hatırlıyor insan.
Türkiye’nin yine dünyanın önemli bir kısmıyla kavga halinde olduğu, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" anlayışının hakim olduğu günlerde meydana gelen depremin ardından dünyanın her yerinden Türkiye’de yardım teklifleri, dayanışma ve geçmiş olsun mesajları yağdı.
Hatta Ankara’nın hasımları bu dayanışma ve geçmiş olsun mesajlarında başı çektiler; Biden, Fransa’nın Dışişleri ve İçişleri Bakanları, Yunanistan Başbakanı Miçotakis, İsrail Ordusu ve Savunma Bakanı ve hatta Suriye’deki YPG komutanı...
Cumhurbaşkanı da dayanışma gösteren ülkelerin bayraklarıyla bir teşekkür mesajı yayınladı:
“İzmir depremi dolayısıyla geçmiş olsun ve taziye mesajlarını ileterek yardıma hazır olduğunu bildiren tüm dost ülkelere teşekkür ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak tüm kurumlarımızla sahada vatandaşımızın yanındayız, duruma tam olarak hakimiz” dedi.
Gerçekten de Türkiye 21 yıl sonra artık deprem sonrası duruma hakim, hem devletin hem de sivil toplum örgütlerinin kurtarma ve yardım çalışmaları gurur verici bir noktada.
Zaten günlerdir herkes eli yüreğinde enkazlardan kurtarılan bebeklerin, gençlerin mucize kurtuluş haberlerini izliyor.
İnsanlar her zaman ümidi, mutlu haberleri seçerler.
Acı gerçeklerden, hesaplaşmalardan ise kaçmak isterler.
O yüzden tüm Türkiye 90 saat sonra enkazdan çıkarılan 3 yaşındaki dünya tatlısı Ayda ile mutlu olurken, başka bir apartmanın enkazından çıkarılan 60 yaşındaki Arife Yücel, anne babaları çalıştığı için baktığı torunları 3 yaşındaki Diren, 4 yaşındaki Lena, 6 yaşındaki Vera ve 10 yaşındaki Feda Yücel ile birlikte sessizce son yolculuklarına uğurlanıyordu.
Bakanın acısı olmadığını söylediği, köftecilerin köfte, şirketlerin burs sözü vermek için birbirleriyle yarıştığı, fotoğrafları hemen sosyal medyada postlara çevrilip altına “en zor zamanda dahi ümidini bırakma” klişeleri yazılan, hatta üzerine tekbir tartışması dahi yapılan küçük Ayda’nın annesini 10 dakika önce parktan birlikte döndükleri evlerinin enkazında kaybettiği gerçeği, kutlama havasına girenlerce ihmal edildi.
Tıpkı bundan 10 ay önce 41 insanın hayatını kaybettiği Elazığ’daki depremde 27 saat sonra enkaz altından kurtarılan 2.5 yaşındaki Yüsra bebek ve annesini bugün kimsenin hatırlamadığı gibi.
Halbuki Yüsra bebeğin mucize kurtuluş hikayesi devlet ve toplum için bir seferberlik vesilesi olabilseydi, 10 ay önce çürük binaları tespit için çalışmalar başlasaydı, belki İzmir’de çöken apartmanlardan biri ya da bir kaçı önceden tespit edilir, enkazdan kurtuluşlarına sevindiğimiz küçük bebeklere mezar olmaları engellenebilirdi.
O yüzden tabii ki resmi ve sivil kurtarma ekiplerinin başarılarını, fedakarlıklarını ve becerilerini sonuna kadar övebiliriz
Ama bu mucize kurtuluşlar afyon etkisi yapmamalı, esas büyük başarısızlıkları unutturan bir başarı hikayesine dönmemeli, depremin bizi sarsıp, tedbirler için adımlar atmamızı, devlete hesap sormamızı ve zorlamamızı bir kere ertelememeli.
Eğer toplum bunu zorlamazsa, devlet deprem sonrası bu başarı hikayeleriyle eleştirilerden kendisini yine kurtaracak, yine atması gereken radikal adımları atmayacak.
Hatta dün Meclis’te konuşan Bahçeli’nin yaptığı gibi “Keşke riskli binalarda oturmak tercih edilmeseydi” diyerek vatandaşları suçlayacak, muhalefetin devlete yönelik eleştirilerine “Devleti suçlamakla, mücadeleyi sulandırmakla amaçlanan nedir? Kirli niyet sahipleri hayasız değil midir?” diyecek.
Halbuki bir devletin 2020 yılında hala enkaz altından insanları kurtarmakla övünmeye, mucize kurtuluşları bir başarı hikayesine, ümit ve şükür vesilesine çevirmeye hakkı yok.
Bundan 21 yıl önce büyük bir deprem yaşamış, neredeyse her yıl benzer depremlerde onlarca insanını kaybetmeye devam eden bir ülkede depremde en büyük üçüncü şehrinde 110 insanını kaybetmişken bir devlete düşen sadece mahcubiyet duymak, hesap vermek ve nerede yanlış yapıldığını anlamaya çalışmak olabilir.
Eğer bir sonraki depremde yine lanet olası bir çürük bir apartmanın enkazından annesiz küçük bebekleri kurtarmış olmakla övünmek istemiyorsak...