Mümtaz bir Türkiye hikayesi...
Bugün Karar’da, Elif Çakır ve Ahmet Taşgetiren ile birlikte yaptığımız Mustafa Yeneroğlu röportajı var.
Güncel meselelerle ilgili söyledikleri kadar biyografisi de çok dikkat çekici ve itiraz kültürünün nereden geldiğini gösteriyor.
Türkiye’ye gelip siyasete atılmadan önceki hayatı, bir yaşında gittiği Almanya’da, 11 yaşından itibaren aktif bir şekilde çalıştığı Milli Görüş Teşkilatı içinde, Müslüman azınlığın, göçmenlerin hakları için mücadele ederek geçmiş. Almanya’da genç yaşlarda Sosyal Demokrat Parti, Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü’ne (Amnesty) üye olmuş.
2015’de milletvekili olarak döndüğü Türkiye’de Meclis İnsan Hakları Komisyonu başkanlığı sırasında uğraştığı ilk davalardan birinin de Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye’deki iki yöneticisinin tutuklu yargılandığı Büyükada Davası olması talihin kötü cilvelerinden biri...
Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli Müslüman bir göçmen gencin, 13 yaşında Af Örgütü’ne üye olması sebepsiz değil.
1961 yılında kurulmuş olan Uluslararası Af Örgütü, yarım asırdır dünyada kriz anlarında mağdurların, azınlıkta kalmış olanların yanında durmuş bir örgüt.
Türkiye’de de 71 muhtırasından sonra tutuklanan aydınlar, 80 darbesinden sonra gözaltına alınan siyasetçiler, hapishanelerde işkence gören sağ ve sol mahkumlar, 90’larda köyleri yakılan Kürtler, tutuklanan DEP’li vekiller, başörtüsü yüzünden üniversiteye alınmayan kızlar, şiir okuduğu için hapse atılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, 2000’lerde 301 davalarında yargılanan yazarlar için ayrımsız kampanyalar düzenlemişlerdi. Son olarak 15 Temmuz darbesinden sonra OHAL döneminde yaşanan hak ihlallerini raporladılar. Her seferinde dönemin iktidarlarının tepkisini çekmeyi başardılar.
Sadece Türkiye’de değil, yarım asırdır bütün dünyada kimsenin umurunda olmayan siyasi mağdurlara destek veriyorlar ve onlar için kampanyalar yapıyorlar.
Bu yüzden Fikir Suçluları Yılı ilan ettikleri 1977 yılında Nobel Barış Ödülü’nü de almışlardı.
Tabii Türkiye’de hem uluslararası hem Batılı hem de sivil toplum olan bir şeye pek hayırhah gözle bakılmaz.
Sivil toplum, hak, hukuk hikayedir, bunlar ancak beşinci kol faaliyeti, ülkeleri karıştırmaya çalışan dış güçlerin maşaları, ajan olabilir.
Bu uluslararası, sivil toplum, Batı kelimelerin yanına bir de Nobel’i eklersek, ülkenin yarısının tüyleri diken diken olur.
Hala Orhan Pamuk’un Nobel’inin gurur değil, öfkeye neden olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
O yüzden 1977 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kabul ederken bir konuşma yapan Af Örgütü’nün ikinci başkanının ayrımsız hak mücadelesi vadettiği şu sözleri çok az Türkiye Cumhuriyet vatandaşına ilkeli, samimi gelecektir:
“Af Örgütü’nün temel görevi her toplumda politik, dini inançları yüzünden hapsedilen, ırk, dil ya da cinsiyeti yüzünden ayrımcılığa uğrayanlara dikkat çekmektir. Bu fikirler ve sorunlara katılmayabiliriz. Önemli olan insanların bu fikirleri ifade etme, bu inançlara sahip olma hakkıdır. Şu anda dünyada bir gruba ya da partiye ait olduğu ya da olmadığı, sosyal değişim istediği ya da istemediği, sesini çıkardığı ya da sessiz kaldığı, rejimler değiştiği ya da değişmediği için hapiste olan insanlar var.”
Peki, 1977 yılındaki bu güzel konuşma, Türkiye’de Nobel ödüllerinden hiç hazzetmeyen ulusalcıların fikir babalarından birine aitti dersek?
Çok az bilinir ama Orhan Pamuk ve Aziz Sancar dışında Türkiye’den Nobel Ödülü olan üçüncü isim Mümtaz Soysal’dı.
Soysal, 1977 yılında Uluslararası Af Örgütü’nün ikinci başkanı olarak, örgütüne verilen Nobel Barış Ödülü’nü, örgütün başkanı ile birlikte almış, Oslo’daki törende bir insan hakları manifestosu olan bu kabul konuşmasını yapmıştı.
https://www.nobelprize.org/prizes/peace/1977/amnesty/lecture/
Peki ulusalcı Mümtaz Soysal, 1974 ile 1978 yılları arasında nasıl Uluslararası Af Örgütü ikinci başkanı olmuştu?
Cevabı basit; çünkü kendisi de bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti devletinin mağduru olmuş bir düşünce suçlusuydu.
Türkiye’nin sürekli yer değiştiren mazlumlar ve zalimler hikayesinin en ilginç hikayelerinden biri ona ait.
1961 yılında Yassıada’da siyasetçiler linç mahkemelerinde yargılanırken, hapishane koşullarına dayanamayan yaşlı Demokrat Partililer vefat ederken, bazılarını olanları onuruna yediremeyip intihar ederken Mümtaz Soysal, 61 Anayasası’nı hazırlayan komitenin üyesi olan genç bir anayasa hukuku doçentiydi.
Ama Türkiye kimsenin garantisinin olmadığı bir ülke.
10 yıl sonra, 12 Mart 1971 muhtırasının ardından, ülkenin mevcut anayasasını yazmış diğer profesörlerle birlikte, artık Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı olan Prof. Mümtaz Soysal da üstelik dersinden çıkarılarak gözaltına alınmıştı.
Gözaltı dalgası Doğan Avcıoğlu ve Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği 9 Mart’ta darbe hazırlıkları yapan cuntayla bağlantılı olduğu düşünülen isimleri hedef almıştı.
Soysal, Avcıoğlu ile birlikte Yön dergisinin üç kurucusundan biri ve isim babasıydı.
Ülkenin önde gelen bütün aydınlarının içinde olduğu Yön dergisinde, Nasırcılığa, Baasçılığa benzer asker destekli devletçi bir sosyalizmi savunuyorlardı.
Fakat, Yön dergisi kapatıldıktan sonra kurulan Devrim gazetesinde Mümtaz Soysal yer almadı. Hatta 1971 yılının Ocak ayında Milliyet gazetesine “Her şafakta ölürüm” başlıklı çok tartışılan bir yazı yazmış “Nasıl olsa yarın sabah devrim olacak diye günlük ödevlerini yapmayan veya çiziştiren devrimcilik her şafakta biraz ölür. Ya da devrim sabahı aynada kendi yüzünü tanıyamaz” diyerek darbe hazırlıkları yapan arkadaşlarını ad vermeden eleştirmişti.
Tabii yazı aynı zamanda böyle darbe hazırlıklarından haberdar olduğunu da delil gösterilebilirdi.
Gözaltı dalgasında doğrudan darbeyle suçlanmamıştı.
Hakkındaki suçlamalardan biri TRT’de anayasayı halka anlatmak üzere yapılan bir programda yaptığı konuşmalar ve o programlardan birinde sokak röportajı yapılan bir işçinin “Biz haklarımızı kanımızla savunuruz” cümlesiydi.
İkinci suçlama ise Nisan 1971’de üniversitelerde boykot, işgaller artmışken Ortam dergisinde kaleme aldığı “Güzel Huzursuzluk” adlı bir yazıydı.
“Bazılarının huzursuzluğu sessiz milyonların huzura kavuşturulması için ödenmesi gereken zorunlu fiyat. Türkiye’de de bu fiyat herhalde bir gün ödenmeli” diye biten yazıda ‘huzursuzluk’ denen bu olayları övüyordu.
Gözaltında geçirdiği 29’uncu gün radyoda Meclis saatini dinlerken, Siyasal’dan hocası olan Cumhuriyetçi Güven Partisi genel başkanı Turhan Feyzioğlu kürsüye çıkıp, bu yazısını okumuş ve “Bu da mı suç değil” diye sormuştu.
Ertesi gün birlikte tutuklandığı diğer aydınların bir kısmı bırakılırken Soysal tutuklandı.
Sonra bu suçlamalara “Dinamik Anayasa” adlı kitabında komünizm propagandası yaptığı iddiaları eklendi.
Mahkemenin, aralarında Sabahattin Zaim, Nevzat Yalçıntaş’ın da olduğu akademik bilirkişilere gönderdiği kitapta komünizm propagandası yapıldığı tespit edilmişti.
14.5 ay Mamak Cezaevi’nde yattı. Burada yazar ve TRT yapımcısı Sevgi Soysal’la evlendi.
İşte bu sırada bir fikir suçlusu olarak Af Örgütü onun için kampanyalar düzenlemeye başladı.
Tahliye olduktan sonra da destek için örgütün yönetim kuruluna alındı.
Aktif bir Af Örgütü yöneticisi olarak Sri Lanka’dan, Kahire’ye dünyayı dolaşıp siyasi tutuklulara destek verdi, idam cezalarına karşı kampanyalara katıldı.
1977 yılında Fikir Suçluları Yılı’nın açılışını Kahire’de bizzat yaptı. Aynı yıl örgüte verilen Nobel Barış Ödülü’nü kaldırdı.
Fakat hikaye maalesef burada bitmedi.
Mümtaz Soysal, Af Örgütü adına Nobel Barış Ödülü’nü aldıktan 17 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı oldu.
O yıl Uluslararası Af Örgütü’nün hakkında en sert raporlar yazdığı ülke Türkiye’ydi.
O yıllarda Türkiye hapishanelerinde 2000’e yakın siyasi tutuklu vardı. Ama Af Örgütü’nün eleştirilerinin hedefinde Güneydoğu’daki köy boşaltmaları/yakmaları, her gün bir yenisinin eklendiği kayıplar, fail-i meçhuller vardı.
Yani bizim bugün 90’lar diye bildiğimiz devletin rutin dışına çıkması.
Peki, bu iddiaları araştırmak için bölgeye gitmek isteyen Uluslararası Af Örgütü’nün yabancı ve yerli aktivistleri karşılarında kimi bulmuşlardı?
Tabii eski ikinci başkanları olan yeni Dışişleri Bakanı’nı.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin 2005 yılında Mümtaz Soysal için çıkardığı armağan kitabında Soysal’ın biyografisini yazan ve onunla uzun bir röportaj yapan eski asistanının hocasını tarif ederken ki cümlelerinden biri şöyle:
“İnsan hakları kılıfı ardında Güneydoğu’yu komşu kapısı yapıp ‘başka’ faaliyetler gösterenlerin Uluslararası Af Örgütü kalkanı ardına gizlenmelerine izin vermeyen Dışişleri Bakanı.”
Mümtaz Soysal, daha sonraki yıllarda da Af Örgütü’nün Nobel Barış Ödülü’nü kaldırmış, fikir suçlusu ikinci başkanı kimliğinden bir hayli uzaklaştı.
Başörtüsü yasaklarına, AK Parti’nin kapatılmasına destek verdi, 2009 yılında Nazilerin Yahudi sorununu çözmek için kullandığı terminoloji aynen kullanarak “Nihai Çözüm” başlıklı bir yazı yazarak ‘ulus devletin kırmızı çizgilerini aşan anadil, özerklik gibi talepleri olan Kürtlerle, Irak’taki Türkmenleri mübadele etmeyi’ dahi önerdi. Hatta Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk’un ‘ülkesini dünyaya şikayet ederek’ bu ödülü aldığını da yazdı.
Türkiye’de muhalifler, başına iş gelenler, zor durumda kalanların çoğu demokrat ve hürriyetçidir.
Ama esas mesele bu mağdurların ellerine güç geçtiğinde, iktidara geldiklerinde de demokrat ve hürriyetçi kalamamalarıdır.
Bu ikincisi şimdiye kadar hiç vaki olmadığı için mazlumlar ve zalimler sürekli yer değiştiriyor.
Bir zamanlar Mümtaz Soysal’ı televizyondaki konuşması, yazısı nedeniyle darbecilikle, teröre destekle suçlayan devlet, Soysal’ın vefat ettiği günlerde bu kez Ahmet Altan’ı benzer suçlamalarla hapse atıyordu.
Üstelik Altan’ı suçlayanlardan biri de Turhan Feyzioğlu’nun bugün Barolar Birliği başkanı olan torunu.
Aynı günlerde bir zamanlar herkes için demokrasi, hürriyet, insan hakları, fikir hürriyetini savunan AK Parti de, Almanya’dan bu ideallerle gelip milletvekili olmuş, eski bir Af Örgütü üyesi Mustafa Yeneroğlu’nu, Af Örgütü başkanlarının da içinde olduğu haksız siyasi tutuklamalara, hak ihlallerine karşı yüksek sesle tepki gösterdiği için “Siyasi çizgimiz farklılaştı” diyerek istifaya zorladı.
İçinden çıkamadığımız döngü hala devam ediyor.
1977’deki Nobel Barış Ödülü konuşmasındaki o tutarlı demokrat anlayışı yakalayamazsak da bu devran böyle dönmeye devam edecek...