Çağdaş İslâmi poetikanın öncüleri

Alaattin Karaca

Medeniyet, zaman bakımından üç boyutlu bir süreçte inşa olur: Mazi, hâl ve istikbal… Hâlde bulunan insan, kendinden önceki tecrübe, bilgi ve teknolojiyi devralır, ondan yararlanır, ona yeni şeyler katıp istikbale devreder. Böylece devredilen her türlü tecrübe, bilgi ve teknoloji, zaman koridorunda tekâmül ederek medeniyeti oluşturur… Sanat da medeniyet gibi mazi, hâl ve istikbal sürecinde gelişir. A. Hamdi Tanpınar’ın ilerleme, medeniyet ve sanat teorisi, bu üç boyutlu tekâmül anlayışına dayanır.

Bugün İslâm dünyası, üç boyutlu süreçte maziden koptuğu veya maziye bihakkın vâkıf olamadığı için hâlden geleceğe doğru şuursuzca sürükleniyor. Bu, bir tür hafıza kaybıdır; hatta gönüllü hafıza kaybı!.. Kuşkusuz bunda, maziyi/geleneği ilerlemeye engel görerek geçmişteki birikimi reddeden modernleşme anlayışının payı büyük. Sonuç: Kaynaksız hâl, belirsiz bir istikbal…

***

İşte bu yanlış tekâmül anlayışı, neticede bizi, köksüz, kopya; dolayısıyla kimliksiz bir sanatın eşiğine getirdi. Üstelik yaşayan sanatkârların önüne birçok problem yığdı! Problemin en büyüğü, radikal kültürel kopuşların, gelenekle bağ kurmaya engel olmasıydı. Örneğin dil, geleneğe ulaşmada hâlâ en büyük engel. Ama dilden de önemlisi, eski metinlerde sözü edilen mekânlar, olaylar, şahıslar, araç ve gereçlerin bilgisinden yoksun oluşumuz. Bir de teorik olarak geleneğe ulaşmak istesek de, pratikte bize cazip gelen modern bir dünya içreyiz; idealle realite, teoriyle pratik birbiriyle uyuşmuyor! Çağımızda ‘Müslüman sanatkâr’ların en büyük sorunu işte bu!..

Cumhuriyet döneminde İslâmî bir endişeyle, gelenekle poetik anlamda bağ kurmaya çalışan ilk şair Necip Fazıl’dı!.. Ama şiirinde -pratik anlamda- gerek coğrafî genişlik, gerekse tarihî derinlik olarak mazi/gelenek ile derin ve geniş bağlar kurduğu söylenemez (Bağ yoktur demiyorum!). Çünkü o, radikal yıkımın şiddetle sürdüğü bir dönemin şairiydi. Bu evrede, özellikle Büyük Doğu’da, siyasî mücadeleyi önceledi. Haklıydı! Çünkü dönemin zaruretleri ve şartları onu, buna zorluyordu. Misyonu, mazi boyutunda uzun ve derin kazı çalışmaları yapmaktan çok şuuru uyandırmak, âtıl bir hafızayı işler kılmak, ölümcül bir hastayı ayağa kaldırmak ve rakibe meydan okumaktı. Yaptı da… Susturulmuş Müslümanların ‘heyecanlı, atak dil’i oldu. Ama Üstad’ın şiiri maziden çok hâl ve istikbâl boyutlarıyla öne çıkan bir şiirdi. Şiirde yapmadığını nesirde tamamladı.

***

Sezai Karakoç, bu heyecanlı dili ve öncü poetikayı sükûnet sahiline; geniş bir İslâm-insan coğrafyasına/tarihine çekip, uzun bir kazıya girişti… Diriliş’te, unutulan referanslarla daha derin ve köklü bağlar kurdu. Meselâ Mevlâna’nın, Attar’ın, Yunus’un, Fuzuli’nin, Şeyh Galip’in metinlerine gitti. İkbal’in ve Âkif’in fikirlerine; hatta Yahya Kemal’in şiirindeki Osmanlı medeniyetine… Kurân’a, Tevrat’a, İncil’e, varoluş tarihine ve İslâm coğrafyasına açıldı. İşte bunlar, Karakoç şiirinin ‘mazi boyutu’nu oluşturur. Bu boyut, şiirlerinde ihtişamlı, ama terk edilmiş kadim bir anıt olarak yükselir; “İz” hikâyesindeki gibi. Onun şiirinin ‘hâl boyutu’nda ise modernleşme dönemi Türkiye’si/İslâm dünyası vardır. Bu boyut, esas itibariyle ‘yıkılış’ manzaralarını ve modernleşmeye yönelik eleştirileri içerir. Karakoç’un şiir dili ve biçimi de ‘hâl’e özgüdür. Üçüncü boyutta ise ‘istikbâl’e matuf ‘diriliş’ fikri var.

Özetle, Çağdaş İslâmî poetika zincirinde, N. Fazıl’dan devraldığı bilinçle üç boyutlu sahih bir şiir kurmuştur Karakoç. Ya sonrakiler! Onlar, sanat ve edebiyatta bu üç boyutlu tekâmülü gözetebildiler mi dersiniz?

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.