Görünenle gördüğümüz arasındaki fark

Beş duyu organının nötr olduğunu düşünmüyorum. Duyuların ruhsal hâle göre değiştiği kanaatindeyim.

Örneğin görme! Aynı nesneyi iki farklı göz, farklı biçimde algılar bence. Hatta aynı nesneyi aynı göz, farklı ruhsal durumlarda farklı biçimde görür. Buradan hareketle duyu organlarıyla algılanan şeylerin dahi ruhsal hâle göre şekillendiği, ruhsal hâlleri yansıttıkları söylenebilir. Kısaca her görüş bir ruhsal hâle tekabül ediyor.

Görme deyince, göze dayalı en önemli iki sanattan biri resim, diğeri fotoğraftır. Bir nesne, manzara veya olguyu resmeden ressam, resmedeceği şeyi önce gözüyle algılar. Ama göze asıl komutu veren ruhtur bence. Ressam, resmedeceği şeye önce nötr durumda baksa da sonra ona içinde bulunduğu ruh hâline göre renk, şekil -öz de- verir. Dolayısıyla renk, ışık veya gölge seçimi, resim sanatında bir psikolojik hâlin işaretidir. Böylece görünen nesne, obje olmaktan çıkıp süjeye, gördüğümüze dönüşüyor. Bu ne demek? Görünenle gördüğümüz arasında fark mı var? Bence var! Gördüğümüzde bizim damgamız, bizim gözümüz -ruhumuz, bilincimiz- var. Sanat zaten görüneni gördüğümüze dönüştürmek! Aynı durum fotoğraf için de geçerli. Gerçi fotoğrafçının elinde ressam gibi boya yok ama güneş ışığı, gölge gibi araçlar var. Sonra odaklanma, perspektif, figürün uzaktan ya da yakından çekilmesi, başka figürlerle yan yana getirilmesi… Bütün bunlar, sanatçının yaratmak istediği veya içinde bulunduğu psikolojik hâle göre seçtiği argümanlar…

Buradan edebî eserde fiziksel tasvirlerin salt mimetik bir görüntüden ibaret olmadığını, yeri geldiğinde sosyo-psikolojik atmosferi, yeri geldiğinde bireyin psikolojisini, hatta kimliğini, dünya görüşünü yansıttığını söyleyeceğim. Bunun en bariz örneğine Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkumunun Son Günü’nde rastladım. Metinden örnekle açıklamakta fayda var.

İdama mahkûm edilen bir kişinin ruhsal acılarının konu edildiği bu romanda karakter, mekânı ve nesneleri, ruh hâline uygun biçimde görür. Örneğin hücresinin demir parmaklıkları “iğrenç”tir, taş duvarları “karanlık, çıplak ve soğuk”, lâmbasının ışığı “ölgün”, gardiyanın demir nalçalı ayakkabıları “gürültülü”, kapı sürgülerinin sesi “boğuk ve gıcırtılı”dır… Mahkeme salonundaki dinleyici yığını “bir leşin çevresine toplanmış kargalar”a benzer, yargıçların kürsüsü “kan rengi paçavralara bürünmüş”tür. Tasvirdeki sıfatlara dikkat edin; iğrenç, karanlık, soğuk, çıplak, siyah, gürültülü, boğuk, gıcırtılı, kan rengi… Mekânı ve nesneleri tasvir ediyor ama aslında karakterin ruh hâlini yansıtıyor veya karakter dış dünyayı ruh hâline göre görüyor.

İdam kararı öncesi, mahkûm umutlu. Avludan geçerken ve salona getirildiğinde dış dünyayı şöyle görüyor: Hava güzel, “gökyüzü masmavi”, salon “bir düğün varmış gibi apaydınlık…”, güneşin ışınları “neşeli”, “pencerenin kenarında küçük, tatlı, sarı renkli bir çiçek (…) duvardaki çatlağın içinde rüzgârla” oynaşmakta… Bunlar, bir ruh hâlinin işaretleri.

Peki ya idam kararı açıklandıktan sonra? Asıl burası önemli! Karakterin dış dünyayı görüşü bir anda tümüyle değişecektir:

“İdam hükmünün okunmasına kadar, soluk aldığımı, hareket ettiğimi (…) hissedebiliyordum; oysa şimdi (…) artık hiçbir şey, eski eski canlılığında, eski hâliyle görünmüyordu bana. Bu geniş, aydınlık pencereler, bu güzel güneş, bu taptaze gökyüzü, şu neşeli çiçek, hepsi de kefen rengine, soluk bir beyaza bürünmüştü.” (s. 68)

Başa dönelim. İnsan, dış dünyayı ruh hâline göre görür. Edebî bir eserde fiziksel tasvirler aynı zamanda psikolojiyi yansıtır. Görünenle gördüğümüz şey farklıdır. Görünen (obje), gördüğümüz zaman bize ait ve bizim aksimiz olur; biz gördüğümüzdeyiz, gördüğümüz de bizdedir artık!..

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum