İyilik içinde rövanş barındırmaz

İyilik içinde rövanş barındırmaz

Bir grup kartonpiyer işçisinin dokunaklı hikâyesi üzerinden iyilik-kötülük kavramlarını sorgulayan 'Münferit Bir Olay' romanı okurla buluşan yazar Suat Köçer, KARAR'a konuştu: İyilik, gerektiğinde kötülüğün bile kendi kötülüğü içinde bir nihayet bulabileceğini düşünebilmek, ona fırsat vermek ve gerekirse bunun karşılığında yaşayabileceğin zararları göze alabilmektir. İyilik içinde rövanş barındırmaz. Bu kadar yüce bir duygu olduğu için kötülükten daha büyük bir duygu…

SALİHA SULTAN

Edebiyat dünyası Suat Köçer’i ‘Bu Ne Biçim Cumartesi’ ve ‘Dokuz Canlı Hikaye’ öykü kitaplarından tanıyor. Sinema dünyası ise ‘Belki Şehre Bir Film Gelir’ kitabının yanı sıra, birçok uluslararası film festivalindeki jüri üyeliği ve koordinatörlük görevlerinden, ayrıca ekranlarda beyazperdenin tanınmış simalarıyla yaptığı röportajlardan aşina.

Köçer şimdilerde ise 1990’larda bir araya gelen bir grup kartonpiyer ustasının okuyucusunu ‘bunu ben de yaşadım’ hissiyle doldular dokunaklı ve sürükleyici hikayesini kaleme aldığı ‘Münferit Bir Olay’ kitabıyla roman dünyasına adım attı. Başarılı çalışmalarını takip etmekten büyük keyif aldığım, aynı zaman da adını dost hanemde andığım Suat’la bir çırpıda okuyup bitirdiğim romanının ardından KARAR okurları için buluştum.

Üsküdar’daki Abbara Kahve’de roman yazma fikrinin nerden çıktığından başladığımız, salgın sürecindeki iç muhasebelere uzandığımız sohbetimiz kaçınılmaz olarak hâlâ iyiliğe tutunarak hayatta kalmaya çalışanların kötülükle ezeli mücadelesine odaklandı.

Utanarak söylüyorum ama salgın süreci boyunca bir romanı iştahla, saatler içinde okuyup bitirememiştim. Her şeyin anlamını sorguladığımız bu süreçte 'Münferit Bir Olay'a ihtiyacım varmış sanırım. Sevgili Suat, öykülerini, sinema yazılarını biliyordum ama roman yazma fikri nereden çıktı?

Aslında bende roman yazma fikri yoktu, hiç oluşmadı. Öteden beri kafamda dönüp dolaşan iki üç hikayem vardı. Onları yazıp, yine bir hikaye kitabı çıkarma planım vardı. İki hikayeyi yazdım, sonra üçüncüsünü yazmaya başladım. Fakat ilginç bir şekilde bir türlü sonunu getiremedim. Ben yazdıkça açıldı, açıldıkça ben yazdım. Başka başka konularla ilgiliydi bunlar, romanla ilgisi yoktu. Yazdıkça önünü alamamaya başladım ve bir süre sonra gerilmeye başladım. Devam ettim ve nereye giderse dedim… Bir yerden sonra kendi kendine olgunlaşmaya başladı. Karantina süreciydi… Karantina olmasa ben asla roman yazamazdım, işlerimden vakit bulamazdım. Roman yazdığımı bitirdikten sonra fark ettim.

Ne dedin kendine?

“Vay be!” dedim. Çünkü roman benim için korku idi, roman yazamam diye düşünüyordum. Roman yazmak çünkü uzun soluklu, disiplin ve odaklanma gerektiren bir süreç. Ben öyle uzun soluklu yazabilen biri değildim. Hikayelerimi tek seferde oturur yazar ve kalkardım. Sonra döner bir bakardım. Bugüne kadar bir hikayeyi iki üç ayda bile yazmamıştım.

Peki neden yazdın sence? Salgın sürecinin getirdiği bir iç muhasebe olabilir mi?

Evet, çok dolmuştum... Kişisel hikayem çok birikmişti ve romanı bitirdikten sonra okuduğumda son on yılımı gördüm. İnsanlarla yaşadığım zorlukları, iletişim problemlerimi, hayatla olan sorunlarımı gördüm bu romanda. Oturmuş onları yazmışım. Evet, salgın sürecinde bir muhasebe olabilir. Çünkü romanı yazmaya başlamadan önce de bu muhasebe başlamıştı bende. Karantinadasın, bir yere gidemiyorsun, evden çıkamıyorsun, başka şeylere veremiyorsun kendini. Tek yapabildiğin okumak, film izlemek. Bunlardan da bir süre sonra sıkılıyorsun ve kendi kendine kaldığın için sorgulamalara başlıyorsun. Yakın çevremle ilgili, ailemle, kendimle ilgili gel gitler yaşadığım bir dönemdi de ve bu sorunlar pandemide gelip başucuma oturdular. Kendimi, insanlarla ilişkimi en çok sorguladığım dönem oldu hayatımda ve yazmaya başladığımda ister istemez kendi tecrübelerimi, sıkıntılarımı bir baktım ki karakterlerin dünyasından anlatmaya başlamışım.

Romanındaki Hıdır Abi geliyor burada hemen aklıma. Çünkü biraz sen, biraz ben, hepimiz… Çok sevdim onu. Bir hayat yaşamış, derslerini almış… Ama az konuşan, konuştuğu yerde de hakikati söyleyen biri. Bu karakterde sana esin veren neydi?

Önce kendi duygularım vardı. İkincisi bir yaşanmışlık var, birikmişlik. Üçüncüsü bir gerçeklik yakalamış ve artık o gerçeklikle yaşıyor. Bir taraftan biraz duygusal, yalnız. Öte yandan geçmişte yaşayan, kaybettiği insanların anılarıyla hayata tutunan ama hala yaşıyorlarmış gibi onlara sadık ve hayatlarını bıraktıkları yerden devam ettiren biri Hıdır. Ben de bu anlamda kaybettiğim annem, babam, halalarım gibi, çocukluğumun gençliğimin kahramanlarının anılarına sıkı sıkıya bağlıyım. Bir ara şöyle demiştim, ‘Kendimde olanı taklit ederken buluyorum kendimi bazen”. Çünkü bir yerden sonra bakıyorsun sen de anne, babanın hayatını yaşıyorsun…

01-001.jpg

Tahsilli Volkan sensin o zaman romandaki. Hani babasına küsüp, kapıyı çarpıp evden çıkan ve başka şehirde çıraklık yapan… Bir odepius kompleksi, baba oğul çatışması hikayesi….

Evet. Volkan’ın yaşadığı çatışma birebir gerçek. Benim babamla yaşadığım bir tartışma. Öğrenci evi tutma meselesi, babamın buna itiraz ettiği ve benim kapıyı vurup çıktığım, bunlar gerçek. Tabii sonra annem bizi bir odaya kapatıp konuşun dedi, biz de konuştuk, barıştık. Romanda bu olay bir insanın kendi macerasını arama hikayesine dönüştü. Dönüşmeliydi teknik olarak. Ama orada yine Volkan’ın aradığı şeyler, benim yanı başımda, çalıştığım kartonpiyerci, sıvacı ustalarla yaşadığım diyalogların kurgularla geliştirilmiş haliydi.

"İNŞAAT İŞÇİLERİ SEZEN AKSU DİNLEMEZ SANIYORDUM"

Hikayenin atmosferi inşaat işçileri, alçı tozu, bekar evi ve menemen kokusu ile donanmış. 1990’ların sonu, yani son derece arabesk bir ortam. Fonda bir Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses duymayı bekledim doğal olarak. Ama Düldül'de Sezen Aksu çalıyor sürekli. Neden?

Çocukluğumdan beri Sezen Aksu dinlerim, onunla ile ilgili de çok ilginç tecrübelerim oldu o yıllarda. Diğerlerinden farklı olarak kendi iç dünyamda farklı bir kıvam yakaladığım bir müzisyen. Gençlik yıllarında hayatla kurduğu hakiki ilişkiden çok etkilendiğim bir müzisyen. Kartonpiyerci, sıvacılarla çalıştığım yıllarda arkadaşlarıma gittiğimde cebimde hep bir Sezen kasetim olurdu onlarla dinlemek için. Ama ustaların Sezen dinleyebileceğini hiç düşünmemiştim. Fark ettiklerinde verdikleri tepki hoşuma gitmişti, tanıyor ve seviyorlardı. O yüzden kitapta Hıdır Abi’nin kaseti görüp, Volkan’ın “Aa dinler misiniz?” dediği, onun da “Ne saçma laf o. Dinlemez miyiz? Sen de bizi iyice cahil ettin” dediği tepki gerçek bir tepkidir.

"OLAKİ KÖTÜLÜK BİR GÜN PİŞMAN OLUP KAPIYI ÇALAR…"

Senin Tahsilli bir yerde Hıdır Usta’ya “Kötülere acımak doğru mu abi?' diye soruyor. Can alıcı bir soru. Kötülere acımak, yaşadıkları üzerinden empati kurarak yaptıklarını görmezden gelmemizin onlarda 'kendini haklı görme' tehlikesini de yaratma paradoksu var bir yandan. Ya bu 'haklılık' hissi daha büyük kötülükleri doğurursa Suat?

Aslında iyinin içinde böyle bir paradoks var zaten… İyi o kadar büyük bir erdem ki kötülüğün ne yapacağı düşünme lüksünü barındırmıyor. Çok yüce, sınırsız bir erdem. İyilik, gerektiğinde kötülüğün bile kendi kötülüğü içinde bir nihayet bulabileceğini düşünebilmek, ona fırsat vermek ve gerekirse bunun karşılığında yaşayabileceğin zararları göze alabilmektir. Dolayısıyla, bu kadar yüce bir duygu olduğu için zaten kötülükten daha büyük bir duygu. Ve iyilik içinde rövanş barındırmaz. İyilik içinde intikam, hesap kitap barındırmaz. Bu şu demek değil, hesapsız kitapsız bir iletişim içinde olalım. Ama özünde iyilik kötülüğe karşı sınırsız bir erdemi ve sınırsız bir fırsatı verebildiği için zaten iyilik olabilir. Kötü hesaplı kitaplıdır ama iyilik yüce bir erdeme dayandığı için sınırsız bir alternatif barındırır ve hep kapısı açıktır iyiliğin. Ola ki kötülük bir gün pişman olur ve vazgeçer, gelir bu kapıyı açabilir diye iyilik kapıyı hep açık tutar…

Bu arada Tahsilli sürekli soru soran bir tip… Usanmadan sorup duruyor.

Çünkü ben hep soru sorardım. Hiç unutmuyorum bir alçı ustası duvarda çalışırken ona bir soru sormuştum, bana “15 yıllık bu işi yapıyorum, kimse bana böyle bir şey sormadı. Nerden aklına geliyor bu sorular?” demişti. Hep sorgulardım, ‘Tahsilli’ derlerdi bana. Hatta sıvacıların yanında çalıştığım dönemde, harç karıştırmak zordu, usta “Tahsilliyi çalıştırmayın onun eli kalem tutuyor” der, bana sofrayı kurdururdu.

Peki bugünlerde kendine, insanlara, dünyaya en çok sorduğun soru ne?

İnsanlar bu kadar kötülüğü nasıl yapabiliyorlar? Bugünlerde zihnimi en çok meşgul eden soru bu. Bunu kendi yaşadığım ortamdaki insanlardan dolayı da gözlemliyorum. Kendi ülkemde ve yaşadığım dünyada. Bunu kendi kendime sürekli soruyorum ve insanların da dert edinmesini de istiyorum. İnsanlar bu kadar kötülüğü nasıl yapıyorlar?

02-002.jpg

Cevabı bulursan bana da haber ver…

Bulamadım tabii ki…

"ROMANIN FİLMİNDE YILMAZ ERDOĞAN OYNASIN İSTERİM"

Münferit Bir Olay, İstanbul'un depremle sarsıldığı 1999 yazında geçiyor. O yıllar insanların hala Anadolu'dan gelip Unkapanı'nda kaset doldurup, ünlü bir türkücü olma hayallerinin son demleri. Senin romanında kan davasından kaçan Zafer ise Yılmaz Erdoğan ile tanışıp tiyatrocu olmak istiyor. Gerçek mi bu hikaye? Ayrıca, bu roman bir filme dönüşür mü? Çünkü bence büyük olasılık gibi, sinemacılığının etkisini oldukça hissettim okurken… Ve son olarak o filmde Yılmaz Erdoğan rol alsın ister misin?

Bu hikaye gerçek mi diye çok soran oldu. Bir yazarın yazdığı, bir yönetmenin çektiği, bir şarkıcının söylediği her şey gerçektir dedim. Yılmaz Erdoğan’ın neden seçtim, çünkü o birlikte çalıştığı insanlarla komün hayatı yaşayan, yanındakilere paylaşımcı davranan ve çevresindeki insanları yaptığı işlerle çoğaltan bir figürdü daha o yıllarda.. O yıllarda İstanbul’a oyuncu olmak için gelen kişi kimin yanına gidebilir? Yılmaz Erdoğan’ın yanına gidebilir. Çünkü onda açılacak bir kapı var. Üstelik doğudan gelen bir genç için ekstra öne çıkan bir isim.

Ve Zafer’i de Yılmaz Erdoğan sahiplenebilir, yeni bir hayatın kapısını açabilirdi. Nitekim sonrasında Yılmaz Erdoğan bir okula dönüştü ve zaman beni haklı çıkarmış oldu. İlk defa sana söyleyeceğim bu olayı, Yılmaz Erdoğan’a kitabı göndermek için yardımcısı Ferhat Bilgin’e yolladım. Çok mutlu oldu, onun da çok hoşuna gideceğini söyledi. Adres verdi, Yılmaz Erdoğan’a da kitabı yolladık.

Aynı gün, aradan iki saat falan geçmişti Ferhat bana mesaj attı “Suat şu an tüylerim diken diken”, dedi, o gün Van’dan bir kız ona mesaj göndermiş, oyuncu olmak istediğini söyleyip, Yılmaz Erdoğan’a ulaşmak için yardım istemiş. Benim kahramanım da böyle, demek ki yaşanmış, yaşanmaya devam eden bir hikayeyi yazmışım. Film konusuna gelince, şu an sinemasını çok beğendiğim kendisini de insan olarak çok sevdiğim yeni Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden biri bir kuruma proje teklifini verdi, cevap bekliyoruz. Yılmaz Erdoğan’ın oynamasını çok isterim. Hıdır’ı da mesela Ahmet Mümtaz Taylan’ın oynamasını çok isterim…

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN