2000’ler: Bir devrin hikayesi (2)
Bir önceki yazıda 2000’lerin ilk 10-15 yılının politik toplumsal hikayesine değindim. Özetle, bu hikaye, karşıt toplulukların birbirleriyle ve farklı değer sistemleriyle temas kurma, ortak bir alan oluşturma, demokrasi üzerinden topluluklar ötesi bir toplum üretme ve tarihi determinizmi yenme umudu ve iddiasıydı. Ne var ki, sonunda galebe çalan tarihsel determinizm oldu.
Peki kalan tortular, girdiler…
Bu öyküden hareketle bugüne nasıl bakmalı?
İki pist var bunun için.
İlki, o günden bugüne yaşananları bütün olarak, bir “süreç” olarak ele almayı öngörür. İkinci bakış ise, gelinen siyasi noktadan, “sonuç”tan hareketle akıl yürütmeye davet eder. Doğru yöntem ise. sanırız iki açıyı kombine etmekten geçer. Nitekim sonucun da sürecin de zıt görünen girdileri ters yüz edilemeyecek kadar kuvvetli olmuştur...
Bugün Türkiye, ne yazık ki, parti devleti görüntüsü taşıyan, çoğunlukçu, iktidarın kişiselleştiği, siyasi gücün tek elde toplandığı, bunların anayasa tarafından tescil edildiği bir liderlik düzenine sahip. Siyasi gücün tüm diğer aktör ve alanlar üzerinde denetimsiz ve mutlak hükümranlığını soluyoruz. Eleştirel düşüncenin basından sokağa kriminalize edildiği, demokrasi, siyaset, özgürlük alanlarının sistematik olarak daraltıldığı, dahası bu durumun ideal düzen olarak tanımlandığı bir evreden geçiyoruz. AK Parti’nin bugün geldiği durak “otoriter popülizm” durağı.
Bu tablo, şüphe yok ki, 15 yıl önce doğan sentez ve demokrasi iddiasının tam karşı kutbunu resmediyor. Esas açısından da durum doğal olarak aynı, AK Parti yönetimi iki büyük kesim arasında eşitlenmeyi sağladıktan sonra, onları demokratik köprülerle bağlamak, özgürlüklere dayalı bir sentez politikasını geliştirmek yerine bir kimlik siyasetini tercih etti. Velhasıl eski model değişmedi, sadece iktidar el değiştirdi.
Buna elbette, İslami hareketin iktidar deneyimi sırasında ürettiği, son şeklini FETÖ olarak alan büyük fiyaskoyu, sistem açısından etik, politik, hukuki, kurumsal ağır tahribatlara yol açan İslami kesim içi büyük iktidar kavgasını ve yol açtığı ağır otoriterlik baskısını da eklemek gerekir.
Geldiğimiz yer ya da sonuç bu. Bu sonuçtan yol çıkıldığında, iddia iflas etmiş görünür.
Ne var ki, son 15 yılın sosyolojik öyküsü pek çok kalıcı ve pozitif girdiyi de Türkiye’nin hesabına eklemiştir. Bunların en değerlisi toplumsal grupların içinde yaşanan değişimlerdir. Türkiye, bu süreçte, gelinen siyasi noktaya rağmen, toplumsal düzeyde yerli, dini ve modern değerleri aynı anda kuşatan bir doku ve kamusal alan üretti. İslami kesim kimliğini muhafaza ederek seküler dünyayla barıştı.
AK Parti bu çerçevede İslami radikalizmin önüne dikilen tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevini yerine getirdi. İslami siyaset geleneği evrensel deneyim ve kavramlarla tanışırken, laik kesimin ya da laikliğin demokratikleşmesi başka baskın bir eğilim haline döndü. Laiklik merkezli rejim tartışmaları tarihe karıştı, laiklik meselesi ahlak ve değer tartışmaları mikro alana taşındı. Bunların tümü kırılan tabulara, şişeden cinlere işaret eder.
Bugün Türk mevzuatı medeni kanundan kamu hukukuna kadar Kopenhang kriterleriyle gelen reformların izlerini, hala taşıyor. MGK yönetmeliğinin değişmesi, DGM’lerin, özerk idari kurullardaki askeri üyeliklerin kalkması, EMASYA protokolünün ilgası, anayasa değişiklikleriyle siyaset yapma alanının genişletilmesi, başörtüsü yasağının ve Kürtçenin önündeki engellerin kalkması bu dönemde yaşandı. Barış süreci bu dönemde büyük bir tabuyu yıktı.
Süreç de böyledir.
İddia iflas etmiş midir?
Bu sürecin varlığı bile bize tersini söylüyor.
Geldiğimiz yer sonuç, sürecin girdilerini elbet gölgede bırakmakta, hatta ezip geçmektedir. İddia ölümcül bir yara almıştır buna şüphe yok. Ancak, gemiyi kayalıklara çıkaran, bu iddianın kendisi değildir, yanlış yönetim, yanlış tercihler, yanlış yöntemler, ataerkil eğilimler, eski takıntılar, şahsileşme ve siyasetin hükümranlığıdır.
İddianın iflas ettiğini kabul etmek, determinizme biat, toplumu red, demokratik mücadeleyi ve idealleri terk anlamına gelir.
Bir yerden sonra yol devam edecek…