Neler oluyor yine memlekette!
Anayasa’nın 153. Maddesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağladığına hükmeder.
Yargıtay’ın bir dairesi bu hükme uymamaya karar verdi, üstelik istemediği istikamette karar alan Anaya Mahkemesi -üyeleri- hakkında suç duyurusunda bulunarak...
Yüksek mahkemeler arası savaş, anayasayı ihlal, anayasal düzene karşı girişim ya da hepsi birden.
Olan bu…
Peki cüretle? Neden?
Açık: Siyasi iktidar böyle istediği için…
Siyasi iktidarın, arzu etmediği kararlar alan hiçbir kuruma, organa, mahkemeye veya denetime tahammülü yok. İşine gelmeyen kanunlara da anayasal hükümlere öyle…
Bu siyasi iktidar, ülkeyi fiili durumlarla yönetmek, denetim altında tuttuğu yapıları sahaya sürerek ve kriz üreterek, tasfiyeler yapıp, kendi kurallarını koymak yolunda ilerliyor.
Anayasa Mahkemesi Türk hukuk düzeninde ve siyasal siteminde, iktidar karşısında bağımsızlığını koruyan, korumaya çalışan yegane adacık.
İktidarın hedefi ise bu adacığı yok etmek veya ve geçirmek…
Yaşanan krizin tek anlamı budur.
Önce hukukçu başdanışman Mehmet Uçum’un, ardından Erdoğan’ın açıklamaları çıkan yaşanan ihlal halinin siyasi iktidarın bağımsız olmadığını tüm açıklığıyla ortaya koydu.
Erdoğan, yargı kararlarının eleştiriye açık olduğunu belirterek, Yargıtay 3. Dairesine destek verirken, bu mahkemenin anayasal düzeni ihlal eden kararını ve suç duyurusunu, bir tartışma olarak, dahası anayasal boşluktan kaynaklanan bir çatışma olarak niteledi. Ve ıspanaktan yağ çıkardı: Mevcut durumu hem yeni anayasa arayışına gerekçe yaptı hem anayasa mahkemesinin devre dışı bırakılmasına dair ilk adımı attı.
Ancak işlemin gerçek şifresini başdanışman Uçum veriyordu. Uçum, yargıtay kararı ve suç duyurusunu bir milli tepki olarak tanımladı. Ülkede “milli” ve “gayri milli” iki yargı yapısını olduğunu ima etti. Milli olanlar, bu mantığa göre siyasi iktidarın görüşlerine, ideolojisine, beklentilerine göre hareket edenler olmalıydı…
Bir hukukçunun mahkemelerin kararları itibariyle, millilik ile hukukilik arasındaki ters orantılı ilişkiyi hukuk ve milli diriliş ambalajıyla öne sürebilmesi ne gariptir. Tarihte elbet örnekleri var. 1934’te Almanya’da SS’lerin SA’ları yok ettiği kanlı “Uzun Bıçaklar Gecesi”ni, “Führer düzeni” adını verdiği hukuk teorisiyle meşrulaştırmaya çalışan, 1935 Irkçı Nürnberg Yasalarını, özgürlük anayasası içinde ele alan hukukçu Carl Schmitt ilk akla gelendir.
Bizde de durum böyle gözüküyor.
Ama iki hususun altını çizmeden geçmeyelim.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı ve eski Adalet Bakanı Gül isimlerin, Yargıtay kararını eleştirmeleri dikkat çekicidir. Gezi olayların sırasında Erdoğan’ın kendine itiraz edenleri tasfiye etmesiyle, iktidar nasıl otoriterleşmiş ve sahşileşmişse, AK Parti içindeki bugünkü bu farklılıklar da bu tür yeni bir dalgaya işaret ediyor olabilir.
İkinci husus ise şu: Erdoğan’ın kriz konusunda tavrını ortaya koyması, bir iktidar manevrasını netleştiriyorsa da, bunun yanında yargı içindeki kötü kokular, tartışmalar ile bu kriz arasında çeşitli bağlar olması pekala mümkündür. Şardan’ın tutuklanması, yargı hakkında MİT raporu iddiası, Sinan Ateş cinayetinin yargıdaki seyri, yolsuzluk tartışmaları ve Yargıtay krizi hep birlikte düşünülürse, ortada ya bir tür Susurluk vardır ya da büyük bir tasfiye ve yeniden yapılanma hazırlığı…
Belki ikisi birden…