Türkdoğan, Kürt meselesi, paradoks
İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan ülkenin, mücadeleci, ilkeli, dirayetli avukatlarından ve sivil aktivistlerinden birisidir. Ömrünü insan haklarına vakfetmiş, çözüm süreci sırasında Akil İnsanlar arasında yer almış, Kürt sorununun çözümü için saflarda bulunmuştur.
İnsan Hakları ve Kürt meselesinde öne çıkan herkes gibi mevcut siyasal iktidar onunla da uğraşıyor. İHD iktidarın adeta özel hedeflerden birisi. Bu derneğin 200’den fazla üyesi ve temsilcisi hakkında devam eden soruşturma ve kovuşturmalar var.
Öztürk Türkdoğan davasının ilk duruşması salı günü yapıldı.
Dava dosyası benzerlerini andırıyor. Keyfi suçlamalar, boş iddialarla dolu. Öztürk Türkdoğan’ın dernek çalışmaları, bu çalışmalara dair açıklamaları suç deliline dönüşmüş durumda. “Terör örgütü üyeliği” ve “Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni aşağılamak” gibi, doğrudan ifadeye, keyfi ve dolaylı tanıklığa, keyfi ve geniş soruşturmacı yorumlarına dayandırılan suçlamalarla karşı karşıya.
Uluslararası Af Örgütü Avrupa Araştırma Direktörü Yardımcısı Julia Hall bu dava konusunda, bir süre önce yaptığı açıklamada şunları söylüyordu:
“Öztürk Türkdoğan’ın yargılanması tek bir insan hakları savunucusuna yönelik değil, Türkiye’de insan haklarını savunan herkese yönelik açık bir saldırıdır. Yargı yetkilileri, Türkiye’nin en köklü insan hakları örgütünün eş başkanına bu mesnetsiz suçlamaları yönelterek Türkiye’nin kuşatılmış insan hakları topluluğu arasında yoğun bir korku iklimi yaratmayı amaçlayan caydırıcı bir mesaj iletmektedir”.
Hall’ın mesajı önemli ve anlamlı…
Son yazımda Türk siyasetinin muhalefeti de kuşatan iki temel paradoksu olduğunu söylemiş, ilk paradoksu şahsileşme-kurumsallaşma ekseninde tanımlamıştım.
İkinci paradoks Türkdoğan davasının, Hall’in açıklamasının işaret ettiği noktada karşımıza çıkıyor.
Soru ve paradoks kaba bir benzetmeyle şudur: Türkiye geleceğe Kürtlü mü, Kürtsüz mü ilerleyecek?
Kürt meselesi her yönüyle Türk siyasetinin belirleyici konularından birisi haline gelmiş durumda.
Demokratik gelecek ile bu sorunun gidişatı arasında tam bir korelasyon var. Hukuk devletine dönüş ve Kürt soruna demokratik bakış birbirlerinin karşılıklı olmazsa olmazları.
Seçim kazanmak isteyen her ittifakın Kürt seçmen ve HDP gerçeğiyle karşı karşıya olduğu muhakkak.
Kürt meselesi etrafında öne çıkan siyasi hassasiyet, bugün seçmenin 10 ila 15 arasında değişmez bir oranına gönderme yapıyor. Toplumsal talep, toplumsal ve siyasal istikrar gelip bu noktada kilitleniyor.
Bu durumda Türkiye’nin önünde iki yol var.
Kürt meselesi, Kürt aktörlerini, Kürt seçmenleri sistemin içine taşımak, sistemin parçası kılmak, soruna bu istikamette çözüm aramak ve yol almak.
Ya da bu meseleyi, aktörlerini, özellikle temsilini yok saymak, çeşitli yöntemlerle devre dışı bırakmak.
Bu iki yol, paradoksun iki ucunu oluşturuyorlar.
15 Temmuz rejimi ve iktidarı ikinci yolu tutturmuş durumda. Kayyımlar, tutuklamalar, HDP’ye açılan kapatma davası, HDP ile PKK’yı özdeş ilan eden dil ortada. Öztürk, Türkdoğan’ın davası bunun yeni göstergelerinden birisi.
İlk yolu kim tutturacak?
Demokrasi ve demokratik Türkiye iddiası taşıyan muhalefet bu yapabilir mi?
Dahası yapacak mı?
Soru ve konu o ki, muhalefet cenahı da, yöntemi farklı da olsa, Kürt meselesine, HDP’ye yönelik dışlama yolu tuttutursa (ki böyle bir risk var), Türkiye demokratik anlamda gerçek felakete doğru ilerler.
Paradoks budur…