İspanya gerçeği
2026 Dünya Kupası’ndaki ikinci sınavımıza çıktık, rakip son Avrupa şampiyonu İspanya’ydı. Kağıt üzerinde zaten favori onlardı. Ama biz de “genç, dinamik, sürpriz yapabilecek bir milli takımız” diyerek sahaya umutla çıktık. O umut, maçın ilk düdüğüyle birlikte buhar oldu. Çünkü İspanya sahaya sadece favori kimliğiyle değil, ezici futboluyla çıktı.
İlk yarı bittiğinde skor 3-0’dı. Açık söylemek gerekirse bu bile iyimser bir tabloydu. Uğurcan Çakır olmasa fark 5-6’ya çıkardı. Kurtardığı net pozisyonlar olmasa maç çoktan bir kabusa dönüşürdü. Fakat tek kaleci performansıyla büyük rakipleri yenemezsiniz. Bizim temel sorunlarımız o kadar belirgin ki; rakip ne yaptığını bilerek oynadığında çaresiz kalıyoruz.
Sorun belli: Top bizdeyken biraz üretkeniz, ama top rakibe geçti mi yokuz. Rakipten top çalamıyoruz. Orta sahamızda sertlik yok, savunmamız ağır, hücumda topu saklayamıyoruz. Kenan da Kerem de sırtı dönük oynayamıyor, takım nefes alamıyor. Böyle olunca top sürekli bizden uzak, oyun sürekli kalemizde. Büyük takımlar böyle cezayı kesiyor.
İspanya’ya bakıyorsunuz; ders kitabı gibi bir takım. Merino aklıyla oyunu yönlendiriyor, Pedri dinamizmiyle fark yaratıyor, Yamal hız ve yaratıcılığıyla sahada bambaşka bir enerji yayıyor. Pas oyunları kusursuz, tempoları yüksek, fiziksel mücadelede ezici üstünlükleri var. Her alanda bizden birkaç adım öndeler.
Bu maç sadece bir skor değil, bir uyarıydı: Türk futbolu ile Avrupa futbolu arasındaki makas iyice açıldı. Biz hâlâ “genç yeteneklerimiz var” diyerek avunuyoruz. Onlar ise bu yetenekleri hız, dayanıklılık ve disiplinle taçlandırıyor. İşte bu yüzden biz hâlâ orta ölçekli bir takımız.
İspanya bize şunu hatırlattı: Eğer fiziksel mücadelede güçlenmez, savunmamızı hızlandırmaz, oyunumuzu sertleştirmezsek, daha çok böyle tokatlar yiyeceğiz. Dünya Kupası’nda alınan bu yenilgi, bir hezimet değilse bile, gelecek için ağır bir ders niteliğinde. Bu dersi alır mıyız? İşte asıl mesele bu.
