Atatürk kemalizm dinine inanır mıydı?
Bir yazar hep canının istediğini, kafasına eseni mi yazar? Canının istediğini yazanlardan olmak isterdim doğrusu! Geçen yıl vefat eden ünlü romancımız Mehmet Niyazi’nin Varolmak Kavgası romanının başında şöyle bir ibare vardır: “Canım sıkıldığı için yazdım”.
Canımız sıkılmasa, gidişata itirazı gerekli görmesek, “isyan ahlâkı”ndan haberdar olmasak, yazmak oyun ve eğlence olurdu.
Atatürk’ün veya başka bir devlet adamının dinle ilgili durumu/konumu ilgi alanımıza girmez; bu kim olursa olsun şahsın kendisiyle ilgili bir meseledir. Ta ki siyaseti ve toplumu etkileyinceye kadar. Bu anda dahi toplumu etkilediği ölçüde bizi ilgilendirebilir.
Mustafa Kemal Paşa’nın Millî Mücadele döneminde dinî konuları ele alış tarzı ile Millî Mücadele’den sonraki yaklaşımı taban tabana zıttır, desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Hatta diyebiliriz ki Mustafa Kemal Paşa ile Atatürk tamamen farklı görüşlere sahip iki ayrı şahsiyettir.
Erzurum Kongresi’nde başkan seçildikten sonra yaptığı konuşmanın son kısmından şu satırları okuduktan sonra konu üzerinde daha rahat fikir yürütebiliriz:
“En son olarak niyazım (duam) şudur ki, Cenab-ı vacibülâmâl (hareketlerimizin sahibi, Allah) hazretlerinin Habib-i Ekremi (Hz. Peygamber) hürmetine ve bu mübarek vatanın sahibi ve müdafaii ve diyanet-i celile-i Ahmedi’nin (Yüce Muhammed dininin), ila yevmilkıyame (kıyamete kadar) haris-i asdakı (sadık bekçisi) olan millet-i necibemizi (asil milletimizi) ve makam-ı saltanat ve hilafet-i kübrayı masun (yüce hilafet ve saltanat makamını dokunulmaz) ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef (yükümlü) olan heyetimizi muvaffak kılsın!... Âmin.”
Bu metindeki dinî terminolojiyi belki bugünün Diyanet yöneticileri dahi rahatlıkla kullanamazlar. Nitekim Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal’i mutaassıp bir dil ve eda ile dinî konuları ele aldığı için eleştirir.
Bu konuşmadan dört yıl sonra Balıkesir’de Zağanos Paşa camiinde minbere çıkan Kemal Paşa’nın söylediklerini laiklik nokta-i nazarından nasıl değerlendirebiliriz?
“Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler taat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek, yani meşveret (fikir alışverişi) için yapılmıştır…İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal (gelecek) ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.”
Mustafa Kemal Paşa’nın 1923’deki bu sözlerini Atatürk 1933’te tasvib edebilir miydi? Yani camilerde dünya işlerinin konuşulmasını -bu bir anlamda siyaset konuşmak demektir- 1930’lu yıllarda doğru bulur muydu? Onları bırakalım, bugünün Atatürkçüleri camilerde bu tür konuların konuşulmasını nasıl karşılarlar?
Mustafa Kemal Paşa’nın on yıl içinde yaşadığı değişim üzerinde hiçbir şekilde durulmaması nasıl yorumlanabilir?
Bilhassa 1980’den sonra bir “dindar Atatürk” resmi çizilmeye çalışılıyor. Kenan Evren’in başlattığı bu akımı bugün de devam ettirenler var. Hatta bu hususta Atatürk’ü dindarlıkta ileri gitmiş bir şahsiyet olarak öne sürmeninin ötesine geçip soyunu Hz. Peygamber’e bağlamaya çalışanlar görülüyor.
Mustafa Kemal Paşa’nın dinî konulardaki değişimi ilgilenen kamuoyunun çeşitli şekillerde malumu oluyor. Kur’an’la ilgili, Peygamberimizle ilgili, dinin esaslarıyla ilgili görüşleri bazı ahvalde kendi el yazısıyla kayda geçiriliyor ve kitaplarda yer alıyor. Bu konudaki bazı görüşlerini bir infiale meydan vermemek için burada tekrarlamak istemiyorum. Sadece Erzurum kongresinde söyledikleri ile karşılaştırılması için birkaç satırı aktaracağım. Bu satırları günlük gazetelere mal eden, ihaneti mahkemece tescillenen Can Dündar’dır ve “Atatürk’ün sansürlenen görüşleri” başlığı altında yayınlamıştır.
“Türk milleti birçok asırlar bir kelimesinin mânasını bilmediği hâlde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hâfızlara döndü. Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet beşiğinde uyuttular. Artık Türk cenneti değil son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyor.”
Kur’an ezberlemek, yani hafızlık, geçmişte de toplumun binde kaçının yaptığı bir iş idi? Atatürk’deki bu değişmenin onun ölümünden sonra devletin en tepesinde bulunanları cesedinin gasledilmemesi, cenaze namazının kılınmaması yönünde bir tavır takınmaya sevk ettiği anlaşılıyor. Atatürk’ün bacısı Makbule hanım ve Fahrettin Altay paşanın şiddetli itirazları üzerine Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar’ın izniyle cenaze namazının Dolmabahçe sarayı avlusunda beş on müstahdemin katılmasıyla kılınması yoluna gidildiğini biliyoruz.
Selatin camilerin birinde binlerce kişinin katıldığı bir cenaze namazı kılınmalı değil miydi? Neden bundan kaçınıldı? Bu soruyu doğru cevap veremezsek, peş peşe gelecek sorulara da cevap veremeyiz. Türkiye’de belki binlerce Atatürk ismini verilmiş okul, cadde, salon vs. var. Neden bir tane bile cami yok?