Ey efendi Paris’e git!
Gerçi şu sıralar İçişleri Bakanlığı, Paris’e gitmemizi tavsiye etmiyor, fakat yüz elli yıl önce de olsa Hoca Tahsin Efendi’nin öğüdü var:
Ey efendi Paris’e git akl u fikrin var ise
Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e!
Akıllı fikirli sayılmamak tehdidini nasıl bertaraf edeceğiz? Biz de bu büyüğümüzün asırlık öğüdüne uymuş ve gitmiştik Paris’e. İşe bakın ki milenyumun ilk saatlerinde Paris’te idik. Strazburg’dan Paris’e giderken yol boyunca kökünden sökülmüş ağaçlar, devrilmiş direkler ve bir felaket sonrasının henüz giderilememiş hasarlarını görmüştük. Batı Avrupa o günlerde ciddi bir tabiî âfetle karşı karşıya kalmıştı. Paris Paris’ti Paris olmasına da bulanık Sen nehrinde kütükler yüzüyordu…
Batıcı zihnimiz Parissiz yapamazdı, son zamanlara kadar. İlim, fikir, sanat konularında Paris’ten hiza tutardık. Bir aralar Berlin Paris’le aşık atar olmuştur ama bu çabuk geçmiştir. Londra ise bizim zihin dünyamızda Paris’le boy ölçüşür bir mevkiye gelmemiştir hiçbir zaman. 1940’lardan sonra ABD’nin üstünlüğü güçlü bir Amerikan hayranlığı doğurduysa da herhangi bir şehir öne çıkmamıştır.
Batı karşısındaki konumumuz 18. Yüzyılda bir mühtedî batılılaşmasına yol açar ve esas olarak düşmanın silahlarına mukabil silahlara sahip olmak fikri böylece kuvveden fiile çıkar. Fransa, İtalya veya başka ülkelerden müslümanlığı seçen askerler, teknisyenler Osmanlı batılılaşmasına bir dönem yön verir. 19. Yüzyılda dünya siyasetinin de zorlamasıyla, ki bu İngiliz siyasetinin zorlaması olarak da okunabilir, batılılaşma farklı bir mecraya girmiştir. Artık düşmanın silahıyla silahlanmanın ötesine geçilmiş, hayat tarzının taklidine kadar varılmıştır. Eğer ordunuzu toptan ortadan kaldırırsanız, gideceğiniz başka yer de yoktur.
Batılılaşma maceramızın en merkezî yerinde durur Paris. Batılılaşma siyaseti Londra’da pişirilir ama kültürü Paris’ten edinilir. Neden? Londra muhafazakârlığın merkezidir. Orada değişerek devam etmek formülü geçerlidir. Londra reformcudur, Türkçesi “ıslahatçı”dır. Paris ise ihtilalin, inkılabın, devrimin merkezidir. Bütün bu büyülü kelimelere karşılık Fransızca’da tek kelime vardır: Revülasyon!
Bizde taklitçi batılılaşmacı tipini Paris hayranları temsil eder. Onlardan birini Şevket Süreyya Aydemir, İstiklâl Mahkemesi’nin zindanında hasbelkader oda arkadaşı olarak görmüştür. Şöyle anlatır: “Ona göre dünyanın mihveri kendisinden ve hayatın mânası kendi rahatından ibaretti. Ne eşi ne evladı vardı. Bütün kaygısı kendi şahsıydı. Hayatı boyunca da yalnız kendi şahsı için yaşamıştı. Ecnebi, hiç olmazsa tatlı su Frengi olmayan kimse, onun için enteresan olamazdı.”
“- Monşer, derdi, ‘sizler, tabiî bu yüksek âlemleri bilmezsiniz. Ama o çevreler bensiz olamazdı...’ Gözlerinde bu resmi kabuller ve bir de Avrupa otellerinin servisleri, yemek salonları, yatak odaları tüterdi. Bir taraftan başında takkesi, sırtında koca nineler gibi sarıldığı ropdöşambıriyle hasırının üstüne çöküp, dışardan öteberi taşıyan jandarmanın kapının altından uzattığı günlük ekmeğini, peynir zeytinle katık etmeye çalışırken, diğer taraftan dili dolaşarak anlatırdı: ‘-Monşer! Bendeniz şarapla hazırlanmış mantar sotesine bayılırım. Bunun içine küçük güvercin ciğerleri katarlar. Sofraya içindeki içki alev alev yanarken getirilir. En iyisini Paris’te Hotel Ritz’de yaparlar...’ Bu hikâyelerin arkası gelmezdi. Konuştukça coşar, coştukça konuşurdu. Derken gene gözleri yaşarır: -Ah birader, ben sizler gibi suçlu değilim ki...”
Şevket Süreyya’nın monşeri için artık Paris’e gitmeye gerek yok. Dünyanın birçok yerinde, bu arada Türkiye’nin birçok otelinde ulaşılabilir lükslerdir bunlar. Yine de Avrupa’nın, Batı’nın standartları dikkatten uzak tutulmuyor. Bunda da tuhaf bir durum yok. Bu dünyada yaşıyoruz ve elbette insan olarak varlığımızın korunması, insanca haklarımızın sağlanmasını istiyoruz. Bu hususlarla ilgili Avrupa’nın hâlâ ölçü olduğunu düşünüyoruz. Fakat Paris’ten gelen sesler, pek de öyle olmadığını gösteriyor. Bizim efendilerin Paris’i, dünyanın iki büyük sömürge ülkesinden birinin başkenti idi. Sömürgelerin serveti, emeği bu şehri yüzyıllardır ışıltılı bir başkent yapıyordu. Sömürgeler bağımsızlaşmış görünse de yine servet transferi devam ediyor, belli ölçüde. Demek ki bu yetmiyor. Avrupa’nın çalışanları, emekçileri sömürgesiz ülkelerin emekçileri ile aynı seviyeye inmeye rıza göstermiyor. Sokaklar savaş meydanına dönüyor ve polisin, emniyet güçlerinin orantısız güç kullanma konusunda zirveleri zorladığı görülüyor.
Avrupa artık dünyada gelişmişliğin kriteri olmaktan uzaklaşıyor. Dünyanın batısında fırtınalar koparkan, doğusunda Japonya, Çin, Kore yükseliyor. Çin, üretimde kapitalist, tüketimde sosyalist uygulamalarla yükselişini sürdürüyor. Avrupa ülkeleri başta nüfus olmak üzere durağanlık ve gerileme işaretleri veriyor. Dinamik nüfusunu kaybeden kıt’a, doğu Avrupa’dan ve Balkanlardan devşirdiği genç nüfusla açığı kapatamaya çalışıyor. Öte yandan “eski” sömürgelerden gelen genç nüfus bayat islamofobi sloganları ile durdurulamayacak noktaya doğru gidiyor.
Avrupa’nın bunalımı, en net şekilde Paris’te kendini gösteriyor. Yine de Paris’e gitmeliyiz, bu defa kriz görmek için!