Kıbrıs’ın meselesi…

Kıbrıs meselesi bizim çocukluğumuzda vardı, hâlâ var…

İşe “Ya Kıbrıs ya ölüm!” diye başlamıştık. Sonra “Ya taksim ya ölüm!” dedik. Sonra sloganlarımız değişti, ama Kıbrıs mesele olmaya devam etti.

Esasında Kıbrıs’ta bir mesele vardı, ama bu mesele Türkiye Cumhuriyeti’nin milletlerarası kurucu belgesi olan Lozan Andlaşması’na aykırı bir mesele idi. Bunu çok iyi bilen zamanın Hariciye vekili Fuat Köprülü, “bizim Kıbrıs meselesi diye bir meselemiz yoktur” diye açıklama yapmıştı…

Bugünün anlayışıyla akademik bir öğretim görmemiş, kendi kendini yetiştirmiş bir ilim adamı olarak büyük bir şahsiyetti Fuat Köprülü. 1933’te şimdi olmayan bir uvan verilmişti ona: “Ordünaryüs profesör!” Siyasete girmiş, önce CHP’den tabii, sonra Demokrat Parti’nin kurucularından olmuş ve dışişleri bakanı yapılmıştı.

İlim adamı olarak büyüktü Fuat Köprülü, siyaset adamı olarak bir ehemmiyeti yoktu!

1950’lerde Türkiye Lozan karşıtı hamleye pek istekli değildi…

Şimdi adı süren bir gazete var: Hürriyet. Onun sahibi Sedat Simavi, sansasyonel haberlerle Kıbrıs meselesine kamuoyuna mâletti. İş alevlenince, hükümet meselenin varlığını kabul etmek zorunda kaldı. İngilizlerin yeşil ışık yakma ihtimalini da gözden uzak tutmalı. Rumlar Kıbrıs’ın tamamında hak iddia eder iken, İngiltere buradaki üslerini garantiye almak için Türkiye’nin meseleye taraf olmasına eğilim gösterdi…

Esasen, Lozan’dan sonra yakınlığı dolayısıyla Kıbrıs’tan Türkiye’ye büyük göçler olmuştu. Kıbrıslı Türkler, 1930’larda Atatürk’e ulaşmış ve destek ummuşlardı. Onun cevabı, “orada ne işiniz var, Türkiye’ye gelin” olmuştu. Atatürk’ün sözünü dinlemeyip Türkiye’ye gelmeyenler Kıbrıs meselesini başımıza sardı desek yanlış olmaz!

Türkiye, Kıbrıs sayesinde sembolik temsilden öte gücü olmayan hariciyesini harekete geçirmek zorunda kaldı. Cumhuriyetin engelleyici kodları yüzünden yine de hariciye çok aktif olamadı. Fakat ordu için Kıbrıs bulunmaz bir nimet olmuştur. Tam da NATO’nun sadık ordusu olmuşken, her türlü ihtiyacı NATO veya ABD tarafından karşılanırken, Kıbrıs meselesi patlak verince, Türkiye büyük bir açmaza düştü. Meşhur Jonson mektubu İnönü’nün suratına kuvvetli bir şamar gibi geldi. NATO’nun silahları Kıbrıs’ta kullanılamazdı! İşte “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de yerini bulur” lâfı bunun üzerine sarf edildi.

Türkiye NATO dışında yeni bir ordu kurmak zorunda kaldı, Ege Ordusu böyle teşkil edildi. Meğer çıkarma yapacak bir deniz gücümüz yokmuş, çıkartma gemileri yapıldı ve adım adım, Kıbrıs harekâtına yaklaşıldı…

Türkiye için Kıbrıs vazgeçilmezlerdendir. Türkiye Kıbrıs’taki haklarından vazgeçerse, kendini inkâr etmiş olur.

Tabiî, Kıbrıs adasında şimdi şeklen de olsa bir Türk hükümeti vardır, bütün organları ile. Cumhurbaşkanı da vardır…Kıbrıs Cumhurbaşkanı denilince hâlâ rahmetli Rauf Denktaş hatırlanır. İngiliz sömürgesi altına düşen Kıbrıs’ta Türkler ciddi bir kimlik kaybına maruz kalmışlardır. Din hayattan çekilmiş, yerini Atatürkçülük almıştır. Kıbrıs’ta Türk köyleri, kasabalarına Atatürk heykelleri, büstleri dikilmiştir. Kimlik böylece ifade edilmek istenmiştir. Fakat karşıda devlet başkanlığına kadar yükselen bir papaz vardır: Makarios!

Rum’un dini sembolleri haçı, kilisesi, Türk kesiminin heykeller üzerinden kimlik ifadesini yetersiz kılmıştır. İşte o yüzden bazı yerlere camiler yapılmıştır. Tabii bazı dini mesajlar veren, bu camilerin yapılmasına rıza gösteren Denktaş’ı eleştirenler olmuştur. İşte o damar, bugün Kıbırıs’ta zirveye kadar çıkmıştır. Tabiî “Kuzey Kıbrıs”ta. Bugün “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” sıfatını taşıyan zat, eğer Güney Kıbrıs’taki adadaşlarının insafına bırakılsa idi, ne olurdu?

Tabii ki “hiç”!

İşte Kıbrıs’ta asıl mesele budur! “Hiç”in kendini ıspat mecburiyeti!

YORUMLAR (56)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
56 Yorum