Biz yatırıma aşığız ya!
Önceki gün TV’lerin canlı yayınında izledik: Artvin’deki Yusufeli Barajı açılış töreninde bir vatandaş Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yanına gelerek yaşadığı bölgeye doğalgaz hattı getirilmesini istedi. “Ben bu konuda Enerji Bakanıma talimat verdim, ‘Biraz yolu uzak’ dedi” diyen Erdoğan bu arada Bakan Bey’i yanına çağırarak “Uzak muzak yok, biz aşığız. Ferhat'ız, dağları deleriz ve ulaşırız. Öyle mıy mıy yok. Tamam mı? Ona göre!” diye seslendi.
Bu diyalog, bekleneceği üzere, son derece olumlu tepkilere yol açtı. Bilhassa hükümetin destekçileri Erdoğan’ın vatandaş tarafından istenen devlet yatırımları konusundaki hassasiyetini alkışladılar. Zaten bu kesim ülkede yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen “Yol yaptı, köprü yaptı” diyerek mevcut iktidara desteklerini sürdürüyorlar. Yalnızca yol ve köprü değil, AK Parti iktidarları süresince neredeyse her vilayete üniversiteler, şehir hastaneleri, stadyumlar, havaalanları da yapıldı. Konut inşaatlarını hiç saymıyorum.
Peki, bu “yatırım”ların ekonomisinden ne haber?
Özellikle şehir hastaneleri ve havaalanlarının işletilmesiyle ilgili ciddi sorunlar ve şikayetlerin yanısıra bu yatırımların gerekli olup olmadığı, maliyetlerini karşılayabilecek durumda olup olmadıkları çok fazla tartışılamıyor.
Çünkü ne olursa olsun “yatırım” vatandaşın hoşuna gidiyor. “Filanca vilayetin havaalanı olmasın mı, falanca şehirde stadyum bulunmasın mı” denildiğinde muhalefet cevap veremiyor.
Yusufeli’nin dağ köyündeki vatandaş da doğalgaz isteyecek tabii. Türkiye’nin her yerinde köylere kadar doğalgaz ulaştırıyoruz. Orman köylerinde insanlar doğalgazla ısınırken, dağ köyleri niye bundan mahrum kalsınlar? Bu işin tesisat maliyetleri bir yana, doğalgazı yurtdışından dövizle almamız şeklindeki küçük ayrıntı çok da önemli değil.
Şehir hastanelerinin devasa binalarının büyük bölümünün boş olması, otuz bin nüfuslu şehirde yirmi bin kişilik stadyum inşa edilmesi, birçok havaalanının senede birkaç kere uçak görmesi gibi küçük ayrıntılar da ilgimizi çekemiyor.
Buyurun size sıradan bir örnek: Kütahya’da “yap işlet devret” modeliyle yaptırılan Zafer Havalimanı için işletmeci firmaya 2021 yılı için Kütahya, Afyon ve Uşak illerinin nüfusu kadar (1,3 milyon kişi) yolcu garantisi verilmiş. Gelen yolcu sayısı 11 bin 132’de kaldığı için gelmeyen yolcular adına yaklaşık yedi milyon euroyu devlet ödemiş. Yani bizim cebimizden çıkmış. Bu kadar büyük zararı önlemek için akla gelen yöntem ise Eskişehir’de bulunan Hasan Polatkan Havaalanı’nın kapatılmasıymış. Böylece Eskişehirliler de Kütahya’ya gitmek zorunda kalacak, bu şekilde yolcu sayısı arttırılacakmış.
Öte yandan, İstanbul’un yeni havaalanında bazı uçuşların yapılmasına engel olan olumsuz hava şartlarının Sabiha Gökçen’i aynı derecede etkilemediği söyleniyor. Kapatılıp pistleri kırılan eski havaalanını etkilemeyen hava şartlarının nasıl olup da yeni havaalanı için sorun oluşturduğu merak konusu olmalı aslında ama bu da pek tartışılmıyor.
Daha önce de yazmıştım, “Almanlar bizi kıskansın diye” yaptırıldığı söylenen yeni havalimanı için seçilen bölge konusunda uzmanların “Hava şartları açısından uygunsuz” şeklindeki raporları dikkate alınmamıştı. Esasen havacılık uzmanları eski havaalanının -eğer gerekiyorsa- ilave pistlerle kapasitesinin artırılmasının mümkün olduğunu, yenisine ihtiyaç olmadığını da açıklamışlardı. Ama bu sesler “Türkiye’nin düşmanları böylesi büyük yatırımlar yapmamızı, güçlenmemizi istemiyorlar” naralarıyla susturuldu.
Bir başka ciddi sorun olan yönetimdeki şeffaflık eksikliği yüzünden yeni havalimanı inşaatı için harcanan paranın miktarını tam olarak bilmiyoruz ama gerek bu “yatırımın”, gerekse diğer illerde -gerçekten ihtiyaç olup olmadığına bakılmaksızın- müşteri garantisi verilerek yap işlet devret yöntemiyle yaptırılan havalimanlarının, şehir hastanelerinin ve benzeri diğer tesislerin yapım ve işletme maliyeti hepimizin cebinden çıkıyor.
Peki, niye konuşulamıyor bu vahim problem? Dahası, hükümetin aleyhindeki bir tablo nasıl oluyor da iktidar partisinin en önemli seçim kozu olabiliyor?
Bu toplumun bir hassas tarafı milli ve manevi değerlerimiz ise bir diğeri yatırım konusudur. Nedense yatırıma aşığız millet olarak. Yeter ki yol yapılsın, köprü yapılsın, inşaat yapılsın… Yok gereksizmiş, yok pahalıymış, yok milli servetin bir yerlere transferiymiş… Bunlar önemli değildir büyük bir kitle için.
Öyle ki geçmiş yazılarımdan birinde merkez sağ partilerin üçlü bir sacayağına dayanması gerektiğini, biri olmadan diğer ikisinin seçmen desteği almakta yetersiz kaldığını ileri sürmüştüm: Milliyetçilik, dindarlık ve kalkınmacılık. İşte bu üçüncü ayağın görünen yüzü yatırımlardır.
Dolayısıyla yatırım konusunun siyaset üzerindeki veya seçmenin oy kullanma tercihleri üzerindeki etkilerini anlamak için tıpkı milliyetçilik ve dindarlık bahsinde olduğu gibi “toplumsal değerler” çerçevesinde bir yaklaşıma ihtiyaç var.
Demek ki bizim toplumun -önemli bir kesiminin- yatırım bağımlılığı problemini çözümleme yolunda öncelikle sosyologlara ve bilhassa sosyal psikologlara iş düşüyor.