Cihan Harbi’ne niye girdik

CUMARTESİ YAZILARI

Geçen haftaki ‘Cumartesi’ yazısında Kemal Tahir’in romanlarındaki bir “leit motif”ten bahis açmıştım: “Osmanlı’yı yıkan İttihatçılar” tekerlemesinden…

Bu cümleden olmak üzere, mesela, Esir Şehrin İnsanları’nda romancımız, Kâmil Bey karakterinin ağzından, “İttihatçıların savaş yorgunu Osmanlı İmparatorluğu’nu -bize hiçbir fayda getirmeyeceğini bile bile- bir oldubittiyle ‘Almanların yağma savaşına’ soktuklarını” söylüyordu.

“Ama böyle bir şeyi neden yapmış olsunlar ki?” diye sormuştum… Bunu bile sormayı akıl edemeden konu hakkında ahkam kesmek olur mu?

Böyle, şehir efsanesi tadında bir tevatür sağcısının solcusunun ağzında dolanıp durur yıllardır. İdeolojik tarih anlatılarının her kesimde kolaylıkla müşteri bulduğu bir toplumuz çünkü.

Bu hayali anlatıya göre, İttihatçılar işin sonunu düşünmeden bir maceraya atılıp devleti Almanların peşinden Cihan Harbi bataklığına sokmuşlar ve sonuçta altı asırlık imparatorluğun sonunu getirmişler.

Acaba gerçekten de Birinci Dünya Savaşı’na girmeme ve böylece makus kaderimizin önüne geçme imkânımız var mıydı?

Yahut savaşın dışında kalamasak bile Almanların safında yer almamayı tercih edebilir miydik?

Her halükârda İmparatorluğu ayakta tutmanın bir yolu bulunabilir miydi?

Sorulması ve cevabı verilmesi gereken sorular bunlar… Bu soruların sorulmasından imtina edilmesi ideolojik tarih anlatılarına bırakıyor meydanı.

Ama ortada bir sonuç var: Savaş kaybedilmiş. Öyleyse buna bir sorumlu bulmak lazım. “Müttefikimiz Almanlar yenildiği için bizim de yenilmiş sayıldığımız” açıklaması yürekleri soğutmuyor ne de olsa.

***

Aslında Devlet-i Aliyye’yi 1914’e kadar ayakta tutan dinamiğin büyük güçlerin Osmanlı arazisini paylaşmada anlaşamamaları olduğunu söylemek zorundayız.

Türkiye’nin bütün bir on dokuzuncu asrı devletin ömrünü biraz daha uzatabilmek için büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarını kullanmaya yönelik denge politikalarıyla idame ettirilmiştir.

Mısır’ı işgal eden Fransa’ya karşı İngiltere ve Rusya’yı, Kırım’ı işgal eden Rusya’ya karşı İngiltere ile Fransa’yı yanına çeken Osmanlı hariciyesi yirminci yüzyıl başlarında “ortak düşman” Rusya’nın karşısında Japonya ile ittifak ilişkisi geliştirmeye bile çalıştı.

Bilhassa İngiliz dış politikasının kendi çıkarları adına Rus yayılmasının Türk topraklarına yönelmesini durdurma veya sınırlama refleksi içinde hareket etme mecburiyeti Osmanlı’nın ömrünü uzatan en önemli faktör olmuştu.

Yüzyılın ikinci yarısında Fransa’nın Avrupa siyasetindeki etki alanı daralırken yüzyıl sonunda birleşik bir güç olarak sahneye çıkan Almanya agresif büyümesiyle tedirgin ettiği İngiltere ile Rusya’yı birbirine yaklaştırmış, bunun doğal sonucu olarak Osmanlılar da Berlin ile yakınlaşmayı tek seçenek olarak karşılarında bulmuşlardı. Abdülhamid yönetiminin zorunlu olarak benimsediği Almanya ile ittifak siyaseti yine aynı zorunluklar yüzünden İttihatçılar tarafından da sürdürülmüştür.

Birinci Dünya Savaşının gelip çattığı günlerde Rusya ile İngiltere’nin aynı safta buluşmuş olması itibarıyla Türkiye bu savaşın öznesi olmaktan ziyade nesnesi durumundaydı. Çünkü savaş her ne kadar Almanya’nın küresel ölçekteki İngiliz hegemonyasına meydan okumasının neticesi olarak ortaya çıkmış olsa da Osmanlı idaresi altındaki toprakların kaderiyle çok yakından ilgiliydi. Zira hem İngiltere hem de müttefikleri Ortadoğu coğrafyasını parselleyip ele geçirme hevesiyle yanıp tutuşuyorlardı o günlerde.

İngilizler bir taraftan en önemli sömürgeleri olan Hindistan’ın yol güvenliği, diğer yandan petrol bölgelerinin denetimi açısından bu topraklar üzerinde stratejik hesaplar yapmaktaydılar. Rusya’nın geleneksel sıcak denizlere inme politikası, Fransızlarla İtalyanların Akdeniz’in hegemonu olma hülyaları hep aynı kapıya çıkıyordu: Osmanlı’nın parçalanıp paylaşılması... Almanya dev bir savaş makinesi olarak hızla sahneye çıkıp eski pastanın büyük dilimlerine göz dikmemiş olsa ve savaş hiç patlamamış bile olsa Avrupalı büyük güçlerin bir an önce Osmanlı topraklarının paylaşılması için harekete geçecekleri muhakkaktı. Dolayısıyla “Bu savaşa girmeseydik imparatorluğumuz yıkılmayacaktı” edebiyatının nesnel bir dayanağı yok maalesef.

“Biz aslında bu savaşa girmezdik de İttihatçıların maceracılıkları ve Alman hayranlıkları yüzünden kendimizi içinde buluverdik” şeklindeki malum resmi anlatının hangi şartların gereği olarak üretildiğini unutup bugün bile tekrarlanıp durması büyük ayıp ve ciddi haksızlık.

***

Rus arşivlerinden çıkan belgeler, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından çok zaman önce Boğazların ve İstanbul’un işgal planları yapıldığını gösteriyor. Savaşın başladığı gün Rusya’nın İstanbul’u ve Boğazları işgale girişeceği muhakkaktı. Zaten Karadeniz’de askeri güç dengesi çoktan Rusya lehine bozulmuş durumdaydı.

Kemal Tahir ve benzeri Hamidistlerin kalemlerine doladıkları “Yavuz ve Midilli olayı”na öncelikle bu zaviyeden bakılması gerekir. Kurt Kanunu yazarının gayet iyi bildiği gibi, “Yavuz ve Midilli olayı”nın aslında Abdülaziz devrinde büyük yatırımlarla güçlendirilmiş olan donanmamızın Sultan Hamid devrinde gücünü kaybetmesine kadar giden bir arka planı vardır.

Amcası Abdülaziz’i tahttan indiren hükümet darbesinde Bahriye’nin de -Dolmabahçe Sarayı’nı denizden ablukaya alarak- önemli bir rol oynadığını gören padişahın darbe paranoyası Osmanlı donanmasını Haliç’e hapsedip çürütmesine yol açmıştır kimi tarihçilere göre. Hamid taraftarlarına göre ise Abdülaziz’in hesapsızca aldığı gemilerin bakım masraflarının yüksekliği Osmanlı ekonomisine kaldırılması zor bir yük oluşturduğu için böyle istenmeyen bir tablo ortaya çıkmıştır.

İşin gerçeği bu ikisinin arasında bir yerde olmalı. Çünkü Sultan Hamid’in saltanatının son yıllarında -artan Rus tehdidi karşısında giderek daha çok hissedilen askeri savunma ihtiyaçları dolayısıyla- donanmanın güçlendirilmesi yolunda girişimler tekrar başlatılmıştı.

Mamafih gerçek sebep ne olursa olsun mezkûr dönemde Osmanlı donanmasının büyük ölçüde ihmal edildiği ve gücünü kaybettiği ortadadır. Bunun sonucu olarak özellikle 1897 Osmanlı-Yunan savaşında ve 1912 Balkan Savaşı’nda donanmamız neredeyse hiç varlık gösterememiştir.

Osmanlı deniz gücünü etkili bir savaş aracı olarak yeniden canlandırmak için 1909’dan itibaren İttihatçılar harekete geçmişler; Almanya’dan, Fransa’dan son teknolojilerle inşa edilmiş savaş gemileri alma girişimlerine hız vermişlerdir. Bu çerçevede 1911’de İngiltere’deki bir tersaneye yüksek muharebe gücüne sahip iki kruvazör sipariş edilmişti. Bunun için ödenen para da “donanmaya yardım” kampanyasıyla halktan toplanan bağışlarla sağlanmıştı. Ne var ki 1914’te teslim edilmesi gereken gemilere İngiliz hükümeti “savaş tehdidi gerekçesiyle” el koydu.

İngilizler parası ödenmiş savaş gemilerimize el koyduğunda daha ortada ne savaş ilanı vardı ne de “Yavuz ve Midilli olayı”. Demek ki kurt kuzuyu yemeye karar vermişti.

Buna karşılık, döneminin en güçlü ve en hızlı gemilerinden Goeben dretnotu ile Braslau kruvazörünün Osmanlı donanmasına katılması Karadeniz’deki güç dengesini yeniden değiştirdi, Rusların İstanbul’u ve Boğazları işgal planını da suya düşürdü. Böylece bizim için savaşın daha başlamadan bitmesi demek olan en kötü senaryoyu engellemiş oldu.

Peki, “Yavuz ve Midilli olayı” hiç yaşanmasaydı ne olurdu?

YORUMLAR (137)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
137 Yorum