Emlak simsarının fantezileri demeyin

Ülke olarak Amerikan Başkanlarının dış politika doktrinleriyle ilk tanışmamız Wilson Prensipleriyle olmuştu. Wilson’un formüle ettiği ve 14 Prensip (Fourteen Points) adıyla meşhur olan dış politika doktrini esas olarak I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra oluşacak yeni dünya haritasının Amerikan çıkarlarına uygun olmasını sağlamaya yönelik bir dış politika anlayışını ortaya koymaktaydı. 14 Prensip arasında özellikle milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkıyla ilgili madde belirli bazı bölgeleri Avrupa devletlerinin kontrolünden çıkarıp Amerikan etki alanına bağlamaya matuftu. “Avrupa işlerine karışmama siyaseti” olarak bilinen Monroe Doktrini’nin tam aksine bir yaklaşımdı bu. Çünkü o günden beri köprülerin altından çok sular akmış, şartlar ve ihtiyaçlar değişmişti.

Biliyorsunuz, ABD’de neredeyse her başkanın kendi adıyla anılan bir dış politika doktrini var: Truman Doktrini, Eisenhower Doktrini, Carter Doktrini vs. … Bu geleneğin temel sebebi Başkan’ın -ve ekibinin- dış politikada izlediği yolla ilgili sorumluluğu şahsen üstlenmesi gerektiğine ilişkin anlayış. Ama aynı zamanda Amerikan dış politikasının dünyada ortaya çıkabilecek yeni şartlara ve yeni ihtiyaçlara göre sürekli yenilenebilecek bir dinamizme sahip olduğunu gösteriyor bu “doktrin tazeleme” hamleleri… Bir de yine geleneksel olarak Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında hep var olan yaklaşım farklılıklarının payı olduğunu söylemek lazım bu değişikliklerde. Bu yaklaşımlar kimi zaman realist ve idealist gibi sıfatlarla anılır ama özünde üslup ve metot farklılığından ibarettir ve değişen şartların getirdiği yeni ihtiyaçlara ilişkindir. Ancak şu da var ki Washington’un dış politikasında gerçekleşen en küçük bir metodik değişikliğin bile hem müttefikleri hem de hasımları üzerinde bariz etkileri oluyor. Zaten diğer ülkelerin -özellikle de bölgesel ve küresel güçlerin- dış politika hamlelerinden kendi çıkarları doğrultusunda istifade edebilmek veya olumsuz etkilerinden sakınmak için çaba göstermek diplomasinin görevidir.

Bush ve Obama Doktrinlerini hatırlayın… Oğul Bush dış politika alanında babasının zamanındaki gibi realist politikaları sürdürmek, bu çerçevede Filistin konusunda İsrail’e baskı yapmak gibi niyetlerle yola çıkmış görünüyordu başlangıçta. Ama sonra 11 Eylül saldırıları sonrasında Amerikan dış politikası neo-con adıyla bilinen bir ekibin elinde daha önce görülmemiş derecede idealist bir karakter kazandı. Terörle mücadele diye çıkılan yolda Armagedon Savaşı fantezilerine ulaşıldı. Afganistan ve Irak işgallerinin sonrasında oluşan ortamda ise artık ne ABD ne de dünyanın geri kalanı daha güvenli değildi. Bunun üzerine Obama Doktrini ortaya çıktı.

Amerikan kamuoyunda oluşan müdahale karşıtı dış politika özlemine cevap olarak iktidara gelen Obama “Amerikan askerinin postalının yere değmemesi” (No boots on the ground) ilkesini savunuyordu. Bu doğrultuda Irak ve Afganistan’dan Amerikan askerlerinin çekilmesine ilişkin vaatlerini yerine getirmiş ve Arap Baharı sırasındaki karışıklıklara da fiilen müdahil olmamıştı. Ancak Amerikan kamuoyunda ilkin olumlu bir yankı bulan Obama Doktrini sonraları zaaf olarak algılanır hale gelmişti. Çünkü gerek Rusya’nın Kırım işgaline karşı gerekse Suriye’de ilan ettiği kırmızıçizginin aşılmasına karşı hiçbir şey yapamayan bir yönetim imajı ortaya çıkmıştı. Obama yönetiminin IŞİD’le mücadele konusundaki tutumu da beğenilmedi. Dünyanın bir numaralı gücünün birkaç bin kişilik bir terör örgütü karşısında çaresiz görünmesi hem içeride hem dışarıda ağır eleştirilere sebep oluyordu. Diğer yandan İsrail ile ilişkiler Amerikan tarihinin belki de en kötü günlerini yaşadı bu dönemde. Gerek İsrail hükümeti gerekse ABD’deki Yahudi lobileri Obama’ya karşı açıkça cephe aldılar.

Trump işte bu atmosfer içinde iktidara geldi. Belli konularda kendine ait özel ajandası ve kendine özgü bakış açısı bir yana, hem mensubu olduğu Cumhuriyetçi geleneğin hem de değişen konjonktürün gerektirdiği birtakım adımları atmak zorundaydı. Bunlar bir bütün olarak Amerikan devletinin yeni ihtiyaçlarının cevaplanması yolunda düşünülen yeni çareler diye tarif edilebilir.

Trump’ın kendi kafasındaki dış politikayı tam olarak uygulama imkânı bulamadığı biliniyor. Zira bağımsız devlet kurumlarının engelleme ve sınırlamaları belirli vaatlerini yerine getirmesine izin vermedi. Ama vaatlerinin birçoğunu az çok revize ederek de olsa gerçekleştirmeye koyulduğu bir gerçek. Gelgelelim bugün itibarıyla Trump Doktrini olarak etiketlenen yeni dış politika paketini Beyaz Saray’daki eski emlak simsarının fantezilerinden ibaret gibi görmek yanlış olur. Amerikan devlet aklının ve özel olarak hariciye karargâhının milli çıkar algısının ürünü bu politikalar. Bu politikaların muhatabı durumundaki ülkelerin yapması gereken de kendi milli çıkar algılarını ortaya çıkan bu yeni şartlara göre yeniden değerlendirmek ve gerekirse bazı yeni araçlarla sahaya çıkmak olmalı.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum