Montrö bildirisinin neresinden tutalım
Öncelikle bu Montrö konusunun niye gündeme gelmiş olduğunu anlamak zor. Kimileri bunun Kanal İstanbul için finansman temin etmenin şartı olduğunu ileri sürüyor; kimileri ise Rusya ile bir pazarlık kapısı açma girişimi olabileceğini tahmin ediyor. (Çünkü Montrö’nün feshinden en fazla Ruslar rahatsız olur, en fazla da Amerikalılar buna sevinir.) Ama Ruslarla bugünkü konjonktürde neyin pazarlığının yapılabileceği de meçhul.
Her halükârda bunlar “olsa olsa...” denilerek yapılan akıl yürütme ve tahminler; asıl maksadın ne olduğunu bilmek imkânsız. Belki de hiçbir maksadı olmayan birtakım boşboğazlıklar yüzünden siyasi gündem konusu oldu Türk Boğazları sözleşmesi. Bu ihtimalden de bahsedenler var.
Peki, ama TBMM Başkanı’nın Cumhurbaşkanlığı kararıyla İstanbul Sözleşmesinden çıkılmasının hukuki boyutuyla ilgili sözünü de bu kapsamda mı ele alacağız? Hukukçu kimliğiyle de tanıdığımız sayın Şentop’un “Tek başına bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla Montrö’den de çıkabilir miyiz” sorusuna “Teknik olarak yapılabilir” şeklindeki cevabından söz ediyorum. (Mecliste oylanarak kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiş olan bir uluslararası anlaşmadan Meclis onayı olmaksızın çekilebileceğimizi savunmanın Meclis Başkanı’na kalmış olması da harika bir detay!)
Diğer yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meseleyi çok sık gündeme getirerek Montrö’den çekilme konusunda bir kamuoyu oluşturmak için gösterdiği çabayı da unutmamak lazım. Mamafih bu çabanın neyi amaçladığını anlamak da mümkün değil.
***
İkinci Dünya Savaşı öncesinin kritik şartlarında ele geçen bir fırsatı değerlendirerek imza altına aldığımız Montrö Boğazlar Sözleşmesinin uluslararası sisteme bağımlılık nişanesi olarak gösterilmesi iyi niyetli bir yaklaşım değil. Türkiye ve Rusya dışında tarafların hiçbirinin çıkarına hizmet etmeyen, yalnızca Türkiye’nin tutumu dolayısıyla yerine konulacak yeni bir düzenleme söz konusu olmadığı için tartışmaya açılmayan bir anlaşmayı bizim tartışmaya açmamız çok tuhaf.
Peki, Montrö’den çekilirsek ne olacak? Bilhassa dış politikamızın bugünkü hali düşünülürse, Montrö ile elde ettiğimiz haklardan daha fazlasına sahip olacağımız yeni bir uluslararası konvansiyonun oluşmasını beklemek hayalcilikten başka şey olmaz.
Dolayısıyla Montrö’den çıkışın gündeme getirilmesinin Türkiye’nin milli çıkarları için ciddi bir risk oluşturduğu uyarıları yerinde ve haklıdır. Muhalif siyasetçilerin, bağımsız gazetecilerin ve bazı akademisyenlerin dikkat çektiği bu tehlike konusunda geçtiğimiz günlerde 126 emekli büyükelçi de ortak bir bildiri yayınladı. Ülkemizde herhangi bir konunun uzmanlarının ne düşündüğü pek merak konusu olmadığı için de derin bir sessizlikle geçiştirildi bu bildiri. Ne var ki benzer içerikteki başka bir bildirinin bu sefer emekli amirallerin imzasıyla kamuoyuna açıklanması çok farklı bir tepkiye yol açtı.
***
Türkiye’nin siyaset kültüründe askerin siyasete karışması travmatik bir konudur. Dolayasıyla hepsi emekli de olsa, yayınladıkları bildiri metninde müdahale iması bile bulunmuyor da olsa amirallerin çıkışı geçmiş zamanların nahoş hadiselerini canlandırdı hafızalarda. Bu da mevcut iktidarın uzunca zamandır aradığı bir fırsat demekti.
Akşener ve Davutoğlu’nun çıkışları iktidarın bu konuyu istismarına engel olmaya yönelik ön alma girişimleri olarak okunmalı. Yoksa ne bildirinin içeriğinde ne de imza sahiplerinin duruşlarında sivil siyasete yönelik bir müdahale veya darbe düşüncesinin izinin olmadığını herkes görüyor. Ancak emekli amirallerin önünü arkasını hesap etmeksizin düşüncesizce yaptıkları işin kuvvetli bir milli irade vurgusuyla ve çok sert ifadelerle eleştirilmesi iktidar kanadının sanki bir darbe girişiminin mağduruymuş gibi bir role bürünmesini kolaylaştırdı ister istemez.
İktidarın bu bildiri konusunu muhalif toplum kesimleri üzerindeki baskıları artırmak için yeni ve güncel bir manivela olarak kullanma arzusu ortadayken böyle bir kapının açılışını meşrulaştıracak tutumların hangi yönde sonuç verebileceğinin iyi düşünülmesi gerekir.